Kürt siyasal alanında “Reset”
Kürt çalışmaları alanında son yıllarda sıkça tartışıldığı üzere, Kürt sorununun ortaya çıkışında olduğu gibi dönüşümünde de asıl belirleyici faktör her zaman jeopolitik gelişmeler oldu.
Yirminci yüzyılın başında Kürtler’in kendi kaderini tayin hakkından mahrum bırakılarak, Türk, Arap ve Fars milletlerinden sayılmaları, dönemin kolonyal güçleri Britanya ve Fransa arasında geçen bir jeopolitik hesaplaşmanın sonucuydu. Soğuk Savaş sürecinde Kürt sorununun bir iç güvenlik sorunu olarak bastırılmasını mümkün kılan koşulları ise ABD ve SSCB arasındaki güç mücadelesi belirledi. Sonrasında da Kürt sorununun görece bir demokrasi sorunu olarak ele alınmasını tek kutuplu bir jeopolitik denge(sizlik)te esen liberalleşme rüzgarı sağladı. Son on yılda Kürt sorununu, tıpkı yirminci yüzyılın başında olduğu gibi, yeniden bir kendi kaderini tayin hakkı meselesine evrilten koşulların da nihayetinde, ABD’nin hegemon bir güç olarak zayıflamasından kaynaklanan jeopolitik belirsizlikte şekillendiğini söylemek yanlış olmaz.
Bugün dünya yalnızca jeopolitik olanı değil, neredeyse hayatın her alanını kapsayan ve kimilerinin “global reset” olarak tanımladığı yeni bir küresel düzene geçişin eşiğinde. Belki de bu geçiş nükleer silahların devrede olduğu bir üçüncü dünya savaşından sonra gerçekleşecek. Bir kez bu yeni düzene geçildiğinde ise hiç kuşkusuz, her şeyin sıfırdan başladığı bir dünya kurulmayacak. Hatta, daha iyi bir dünya olacağı ihtimali hayli düşük bile denilebilir. Ancak asıl mesele bu eşikten hayatta ve ayakta geçebilmekse eğer, değişime direnmemek; hele statükonun sürdürülmesine hiç mi hiç çabalamamak gerekiyor. Zira bu çabayı gösterenler güç kaybediyor.
Bu bağlamda, Avrupa’da aşırı sağ partilerin yükselişi önemli bir gösterge. Son yıllarda liberal ve sol partiler mevcut statükoyu, en fazla, iyileştirerek sürdürmekten yana tutum aldıkları ölçüde güç kaybederken, aşırı sağ partiler değişim söylemini sahiplendikleri ölçüde güç kazanıyor. Umuttan çok korkuyla beslenen bir siyasal iklimde, muhayyel bir gelecekten çok, muhayyel bir geçmiş daha fazla alıcı buluyor. Sonuçta daha iyi bir dünyayı kimsenin vadetmediği bir durumda, yalnızca değişimi sahiplenmek bile önümüzdeki küresel eşikte ipi kimlerin önde göğüsleyeceği konusunda bir fikir veriyor.
Türkiye’de de muhalefetin seçimleri kazanmayı bir türlü garanti edememesi aslında benzer bir gerekçeye dayanıyor. Zira muhalefetin muştuladığı, temelde, AKP eliyle ortadan kaldırılan statükonun hem ekonomik hem siyasal anlamda yeniden tesis edilmesi. AKP ise halihazırda tecrübe edilen yıkıcı sonuçlarına rağmen, hala değişim söylemine sahip çıkmaya devam ediyor. Üstelik bunu yaparken, muhalefetin yeniden tesis etmeye çalıştığı statükodan daha fazla refah sağlayan kendi iktidar döneminin muhayyel geçmişine referans veriyor.
Nihayetinde, Kürt sorununun önümüzdeki dönemde nasıl şekilleneceğini büyük ölçüde, değişim ve statüko arasında küresel ölçekte yaşanan bu mücadelenin sonuçları belirleyecektir. Fakat yukarıda söylediğim gibi, asıl mesele bu eşikten hayatta ve ayakta geçebilmekse eğer, özellikle Kürt siyasal alanına yön veren aktörlerin bu mücadelenin neresinde duracağı en az küresel gelişmeler kadar önemli. Kürt siyasal aktörleri, her küresel alt-üst oluş anında değişimden yana tutum alarak bugüne gelebildiler. Ancak neredeyse son elli yıl içinde bu aktörlerin değişmemesi, Kürt siyasal alanına özgün bir başka statükonun inşasına da neden oldu. Bu durum, Irak ve Suriye ölçeğinde Kürt yönetimlerinin kurulması, Türkiye’de ise elde edilen seçim başarılarıyla perçinlendi. Öyle ki, bu statükonun korunması gün oldu Kürtler’in söz konusu alt-üst oluş anlarından doğan fırsatları kullanmasına engel teşkil etti.
Örneğin, 1991’den bu yana aradan geçen otuz yıla rağmen hala bütünlüklü bir Irak Kürdistanı yönetiminden bahsedemiyorsak, bunun en önemli nedenlerinden biri Irak Kürt siyasal alanında oluşan iki başlı statükonun korunmasıdır. Hatta bağımsızlık referandumun başarısızlıkla sonuçlanmasında, her şeyden çok, bu statükonun değişmemesinin belirleyici olduğu söylenebilir.
2011 sonrası Suriye Kürdistanı da bugün benzer bir marazdan muzdarip. Önce Rojava Yönetimi’nin oluşturduğu statükonun muhalif Kürt gruplarına karşı, sonra siyasi alanın zorunlu kıldığı yönetim kadrolarının değişimine karşı savunulması, zaten kırılgan olan koşulları daha da zorlaştırdı.
Bu durumun bir başka versiyonu, bugün Kürt siyasal alanının Türkiye ayağında yaşanıyor. Aslında 2015’ten bu yana süren ve fakat Mersin’de bir polis memurunun öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı ertesinde açığa çıkan Kürt siyasal aktörleri arasındaki gerilimin kaybedeni belli, Kürtler. Zira Kürt kitlesinin nazarında taraflardan biri, diğerinin yerini alabilecek bir aktör değil. Herhangi birinin diğerine karşı kaybetmesi, nihayetinde, Kürt sorununa çözüm arayışında seferber edilen kaynakların israfı ve mücadelenin zayıflaması anlamına gelecektir. Hal böyleyken, aslında ne Selahattin Demirtaş’ın ne HDP’nin ne de PKK’nin bu gerilimden kazançlı çıkması mümkün.
Bugün, tam da zamanın ruhuna uygun, neyi vadettiği ya da vadettiğini gerçekleştirme kapasitesinden bağımsız olarak Demirtaş, sahiplendiği değişim söylemiyle rüzgarı arkasına alabilir. Fakat bu rüzgar Demirtaş’ın eşikteki ipi önde göğüslemesine yardımcı olsa bile Kürt sorununun bir çözüme kavuşturulmasında yeterli olur mu şüpheli. Diğer yandan, PKK’nin de yeni koşulların dayattığı değişime karşı, Kürt siyasal alanında inşa ettiği statükonun savunuculuğuna soyunması bir güç kaybına neden olacaktır.
Günün sonunda, deyim yerindeyse, cin şişeden çıktı. Dolayısıyla, “global reset”ten önce Kürt siyasal alanında bir “reset” kaçınılmaz görünüyor. (Arzu Yılmaz/Medyascope)