Aydın Selcen yazdı: Belli ki Ukrayna artık kabak tadı verdi
Doğrusu şiir gibi konuşuyor Sayın Dışişleri Bakanı. Cemal Süreya’nın dillere pelesenk “iki çay söylemiştik orada, birisi açık” dizesi gibi “Bugün NATO için iki tehdit var. Bir tanesi terörizmdir.” diyor. Hani doğu sanatında boşluklar, esler, sessizlikler önemlidir. Hat sanatında levhanın kenarında bırakılan beyaz boşluğun boyutu gibi. Çavuşoğlu da “biri terörizm” diyor. Zorlasak, doğrumsu olabilecek olanı “ikincisi terörizm” olacak. “Ya ilki, birincisi, başat olan tehdit?” diye sorulsa belki Nebati gibi gözlerindeki pırıltıdan mı söz edecekti, bilemiyorum.
Aynı söyleşide yine Çavuşoğlu adeta kendi pasına kendi koşuyor ve önce soruyor: “Rusya da Ukrayna’ya girmesinin gerekçesi olarak ne görüyor? ‘Ukrayna’nın içinde Rusya’ya yönelik tehdit oluştu’ diyor. Sen bunu kendine hak görüyorsun, ben bunu doğru bulmuyorum.” Okuyucu “hah, doğrusu da bu” diyecekken, topa basıp, ellerini beline koyarak çıkışıyor: “Yanı başımda teröristlere karşı benim yapacağım mücadeleye neden karşı çıkıyorsun?” Anlam deryası.
Çavuşoğlu, fikri takibi bırakmıyor, topu ısrarla kovalıyor: “Eninde sonunda bu savaş diplomasi masasında bitecek. Sonuçta savaşın uzamasının bedeli ağır.” buyuruyor. Demek ki, örnekse Azerbaycan’ın Ermenistan işgali altındaki Karabağ toprağını savaşla kurtarması yahut geri alması da gereksiz bir bedel olmuş, fatura çıkarmış. Bizim Azerbaycan’a destek olmak yerine, ödeyecekleri olası bedele dikkatlerini çekip, müzakere masasını işaret etmemiz gerekiyormuş. Zira ilhakını tanımadığımız Kırım da, Donbas ve Kherson da Ukrayna toprağı.
Madrid Zirvesi’nin bir ayağı gelecek on yıla yönelik stratejik kavram belgesinin kabul edilmesiyse, diğeri İsveç ve Finlandiya’nın üyelik başvurularının işleme konmasıydı. Bugüne dek otuz müttefikten yarısından fazlası iki İskandinav ülkesinin NATO üyeliğini meclislerinde onayladı. Çavuşoğlu konunun bizdeki safahatını şöyle izah ediyor: “Dışişleri Bakanlığı’ndan Cumhurbaşkanlığı’na gönderiyoruz. Cumhurbaşkanlığı da Meclis’e gönderiyor. Nihai kararı da milletvekillerimiz verir. Şu anda Meclis’e gönderecek durumda olmadığımızı söylemek durumundayım.” Yani ya bakanlıkta, ya başkanlıkta sumen altı edilmiş, tutuluyor evrak. Meclise de güven olmaz, belki kabul ediverir.
“Akar da Çavuşoğlu’nun boşalttığı alana koşu yapmakta gecikmiyor. Dengeli bir siyaset izliyoruz ve tarafsız kalmak için insani yardımda ısrarcıyız. Siyasetimiz bu şekilde devam edecektir. Kesinlikle bizim de çıkar ve menfaatlerimiz var. Aynı zamanda (Türkiye’nin) NATO’ya taahhüdüne riayet etmek istiyoruz.” Yani sürdürülemez olduğunun bilincine vardığımız tutumumuzu izahta laf kalabalığına başvuruyor. Denge siyaseti anlaşılır da, tarafımız belli. İkisi aynı ya da birbirlerinin yerlerine kullanılabilecek kavramlar değil.
Üzülerek eklemek gerekir ki evinde rakibi Dinamo Kiev’e elenen Fenerbahçe seyircisi de tribünde “Vladimir Putin” diye tempo tutuyor. Neden? İlk golü atan rakip oyuncu (gerçekten de) abartılı ve densizce sevinç gösterisi yaparak taraftarı tahrik etmiş. Tribün de kendiliğinden tepki vermiş, hınzırca: Sen böyle yaparsan, biz de böyle yaparız. Rakip Fin olsa “Stalin” diye, Leh olsa “Hitler” diye mi tezahürat yapılacaktı? Üstelik Kadıköy de, Fenerbahçe taraftarı da toplumumuzun ortalaması değil, hani şöyle kreması demesek de, hiç değilse üst-ortasını temsil etmez mi örneklem olarak? Aksini düşünsek, elense de komşumuz Ukrayna’nın güncel durumu bağlamında, o bilinçle, sinirlerine hâkim olabilmiş taraftarlar alkışlarla uğurlasalardı. Anımsarsak, Polonya’daki ilk maçta Dinamo Kievliler “Bayraktar” diye bağırmıştı.
Anlatmaya çalıştığım, burada yapmaya çabaladığım gibi yalnızca Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali örneği üzerinden gidilse bile, Türkiye’nin dış politikasının kargacık burgacık bir elyazısı gibi “okunaksız” olduğu. Oysa en azılı, yerli veya yabancı karşıtı bile Karadeniz tahıl koridoru uzlaşmasının İstanbul’da kotarılmasında Erdoğan’ın hakkını teslim ederdi. Ettiler, ettik de nitekim. Ardından kendi kendimize, adeta yaptığımızdan utanır gibi kim vurduya getirmiş olduk bu olumlu diplomasi hamlesini.
Esasen ister dışişleri, ister savunma bakanı, dilerseniz cumhurbaşkanlığı sözcüsü olun, verili düzende tüm açıklamalarınız “laf olsun, torba dolsun” babında değerlendirilecektir. İstirham ederim sözü geçen muhteremler kişisel algılamasınlar ama hepimizin bildiği, gördüğü, deneyimlediği gerçek durum budur. Zira diğer her konuda olduğu gibi dış politika ve ulusal güvenlik dosyalarında karar alıcı dolayısıyla sözü dinlenir tek yetkili cumhurbaşkanı Erdoğan’dır. Örnek mi? Cuma çıkışı cami avlusunda ayaküstü İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerine karşı olduğumuz tutumunun dünya kamuoyuna duyurulması. Ve ardından cümle liyakatlının vaziyet almak için adeta birbirlerini ezmeleri…
Ayrıca yine yedi düvel biliyor ki denge siyaseti denilen pragmatizm de değil oportünizm. Kasaba kurnazı esnaf aklıyla uluslararası iş yapan holding yönetmeye kalkmak. Ancak bu alanda yalnız da değiliz. Zamanın ruhu biraz böyle. Yine de tutum, kimlik ve yönelimi sakatlamamalı. Efendim ben omurgaya değil bilançoya bakarım. E hadi gelin yakın döneme mercekle bakalım: Madrid’de Rusya birinci tehdit, ardından Tahran’da Reisi ve Putin’le resim, ABD’yi Fırat’ın doğusundan çıkartma çağrısı “kazanım.” Arada Draghi’yle SAMP-T uzlaşısı, üzerine Zaho “kazası.” İstanbul’da Karadeniz tahıl koridoru anlaşması, peşine Soçi’ye koşu. Bu devingenlikten elde kalan? İşte elde kalan, herkesi aynı anda idare.
Talepkâr ve anlaşmaya hevesli, cebi boş ve delik taraf olunca turnelerden eliboş dönmek ve hücuma çıkılan anlarda kendi kalenizde beklenmedik goller görmek pek şaşırtıcı olmamalı. İstanbul’dan sonra Vaşington’a giden Mitsotakis, Erdoğan’ı ağırladıktan sonra Mitsotakis’in konuğu olan MbS gibi örnekler henüz taze olanlardan. Denge ile tarafsızlığı karıştırmak da böyle. Buna karşılık dışarıdan içeriye bakışla merak edilen muhalefetin yaklaşımı. Fark “liyakat” üzerine kurgulanacaksa, onun Batı dillerine çevirisi zor. Muhalefet iktidar olduğunda profili güncellemekle yetinip, temel dosyalarda tutum baki kalacaksa, o da zor. Belki dünyaya “dış güçler” demekten vazgeçmekle ve S-400 ile Akkuyu konularında sağlam bir duruş açıklamakla işe başlanabilir.