İlhan Erdost: Kendi mezarında açan gül
Soğuk, gri ve kirli bir Ankara akşamıydı. Mamak Askeri Cezaevi avlusu, bloklar arasında gidip gelen askeri araçların hırıltısı dışında sessizdi.
Sol ve Onur Yayınları’nın kurucuları Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler, içinde dört er tarafından yarım saat boyunca feci şekilde dövüldükleri Reo aracından indirilmiş F koğuşunun dış kapısına doğru yürütülüyorlardı ki Astsubay Şükrü Bağ onları tekrar çağırdı. Aldığı ağır darbeler sonrasında araç içinde birkaç kez yere düşen İlhan yeniden dövüleceklerini anlayarak “Küçük kızımı uyandırmaya kıyamadan geldim, bizi dövdürmeyin!” dedi. Başının ağrısından güçlükle konuşabiliyordu. Astsubay, paltosunun cebinden çıkardığı sigarayı dudağına götürürken “Ben de sizin yüzünüzden küçük kızımı hasta yatağında bıraktım” dedi ve bir elle sigarasını yakarken, diğeriyle de erlere “dövmeye devam edin” anlamında bir işaret yaptı. Şükrü Bağ, bir keyif sigarası içimi zamanda aracın etrafında turlarken erler tekrar yumruk, tekme ve coplarla saldırdılar iki kardeşe. Hırsla vuran erlerden birisi, o gün orada bulunmaması gereken ve araca binme izni dahi olmayan Ülkü Ocakları üyesi Kısmet Çağlar idi. İlhan aldığı darbelerle bir kez daha yüzükoyun yere kapaklandı. Muzaffer, kardeşinin yerden kalkmasına yardımcı olmak isteyince “Bırak kendisi kalkacak!” dedi Astsubay. İlhan’ın gözleri, yüzü ve paltosu kanlıydı. Güçlükle doğruldu. Koğuşun kapısına doğru yürümeleri ve kapının önünde hazırola geçmeleri söylendi. İkisi de ayakta durmakta zorlanıyor ve copla vurulmaktan kütük gibi olmuş ellerini yapıştıramıyorlardı yanlarına. Şükrü Bağ bu görüntüyle dalga geçercesine, “Patlatılmadık bir hayalarınız kaldı, şimdi onu da patlatırlar” dedi ve erler tekrar acımasızca vurmaya başladılar ikisine de. Dengesini kaybedip bir kez daha düşen İlhan güçlükle kalktıktan sonra ikisi birlikte yalpalayarak koğuşa girdiler. Nefes nefeselerdi. İlhan kalktı, nefes alabilmek için pencereye doğru yürüdü. Başı çatlayacak gibiydi. Yerine dönerken gözleri karardı. Sanki yer ayağının altından kayıyor, etrafındaki her nesne dönüyor gibiydi. Abisiyle göz göze geldi ve “Midem bulanıyor, kusacağım” dedikten sonra yere yığıldı.
ŞAİR NEDİM SOKAK
7 Kasım 1980 Cuma akşamı, Mamak Askeri Cezaevi C Blok, F Koğuşu’nda bunlar olurken Aşağı Ayrancı Şair Nedim Sokak’taki bir evde İlhan’ın eşi Gül bir yandan üç gündür iştahsız olan iki buçuk yaşındaki kızı Türküler’e çorba içirmeye çalışıyor, bir yandan da minik elleri ile tuttuğu çıngırağın çıkardığı sese dikkat kesilmiş olan beş buçuk aylık kızı Alaz’ı gözlüyordu. Türküler kaşığı ittiriyor, sürekli ağlıyordu. Birlikte doyasıya zaman geçirmenin tadına vardığı babasını üç gündür görememek onu hırçınlaştırmıştı. Gül de özlemişti eşini, sevdiğini, yoldaşını. İlk kez bu kadar ayrı kalıyorlardı. Bu arada sık sık kapı çalıyor, İlhan’ın ve Gül’ün yakınları birer birer akın ediyorlardı eve İlhan’dan bir haber alabilme umuduyla.
4 Kasım sabahı, amcaları İsmail Erdost ile birlikte ifade vermek üzere emniyet müdürlüğüne bırakmışlardı İlhan’ı. İfadeye çağrılma gerekçesi ilk baskısı 1970’te yapılmış ve daha sonra herhangi bir yasal kısıtlılık olmadan 12 Eylül’e kadar dört baskı yapmış olan Engels’in “Doğanın Diyalektiği” kitabından evde iki tane bulundurmaktı. Kitap yasak değildi ve bir yayıncının evinde iki tane bulunması doğaldı. Bundan dolayı, ifade verip kendisinden bir-iki gün önce Emniyet Müdürlüğü’ne giden ve hâlâ orada tutulan abisi Muzaffer Erdost ile birlikte hemen salınıvericeklerini düşünüyorlardı.
5 ve 6 Kasım sabahı emniyet müdürlüğünden sıkıyönetim komutanlığına giderken İlhan su içme bahanesiyle kendilerini götüren polislerden rica etmiş, Gül’ün sosyal hizmet uzmanı olarak çalıştığı Dışkapı SSK Hastanesi’nin önündeki büfeden Gül’ü aşağı çağırarak görüşmüştü. Polisler İlhan’ın ısmarladığı sodaları içerken İlhan sürekli Türküler ve Alaz’ı sormuş, “Gülüm merak etme, bize emniyette iyi davranıyorlar, Sıkıyönetimde ifadelerimizi verip çıkacağız” demişti. Gül, 7 Kasım sabahı da onları beklemişti ama gelen giden olmamıştı. Akşam saatlerinde de aile dostları ve avukatları Halit Çelenk arayarak İlhan ve Muzaffer’in saat 17.00 civarında gözaltına alındıklarını söylemişti.
F KOĞUŞU
Yere yığılan İlhan’ı tutuklulardan birkaç kişi hemen bir yatağa yatırdılar. Beş-on dakika sonra İlhan üst kısmı soyulmuş olarak Muzaffer’in yanındaki yatağa getirildi. İlhan iki ranza arasında sağ dizi üstüne çömeldi. Kolları sarktı, başı hafif öne düştü, yüzü soluk, ağzı hafif açıktı. Hemen yatağa yatırdılar. Muzaffer “İlhan, İlhan!” diye seslendi. İlhan yanıtlamadı. Bakmadı da. Biri “Nabzı durmuş!” dedi. Suni solunum ve kalp masajı denendi ancak artık yapılacak bir şey kalmamıştı.
Yayıncı İlhan Erdost, aldığı ağır darbeler sonrası gelişen beyin kanaması nedeniyle henüz otuz altı yaşındayken abisinin gözleri önünde ölmüştü. İlhan’ı yatırıldığı battaniyenin köşelerinden tutarak götürdüler. Tarih 7 Kasım 1980 Cuma, saat 20.30 idi. Muzaffer, “Ben iki buçuk yaşındaki o kıza, Türküler’e ne diyeceğim?” diye düşündü İlhan götürülürken.
Tokat Artova’da başlayan onurlu bir yaşam, aydınlanma karşıtlarınca işkence ile sonlandırılmıştı. Eşine, kızlarına, abisine, akrabalarına düşkün, güzel yemekler yapan, briç oynayan, hem türkü hem klasik müzik seven, kendi çabasıyla Rusça öğrenen, yaşam dolu bir insan katledilmişti. Suçu, abisiyle birlikte bilimsel sosyalist eserlerin basılmasına öncülük etmekti.
Muzaffer İlhan Erdost’a göre iki İlhan vardı; “Biri, toprağın altında sonsuzluğu soluyan İlhan, biri de toprağın üstünde, her gün bizlerle birlikte büyüyen İlhan. Faşizme karşı, özgürlük ve bağımsızlık bilincimizi ve direncimizi her gün yeniden güçlendiren İlhan.”
Ağır bedeller ödemek pahasına yayımladıkları Marksist klasiklerle Türkiye’deki aydınlanma sürecine omuz vermiş olan Erdostlar hep sevgiyle ve minnetle anılacak!
*Turgut Uyar
Kaynak:Cumhuriyet