Sömürgecinin Gözündeki Pornografik Çukur: Hakkâri’de Bir, Batman’da Dört Mevsim
Not: Haymatlos Suad’ın bu yazısı ilk kez 01 Eylül 2020 tarihinde yayımlanmıştır. Özü itibariyle güncelliğini koruyan yazının ilk yayımlandığı siteye erişim sağlanamadığı için yazıyı yayımlayarak arşivlemekte ve yeniden siz okurlarımızın ilgisine sunmakta yarar gördük. İyi okumalar dileriz.
”Sömürgeci, sömürgeleştirilen insanı, ‘kötülüklerin sembolü’ yapar.” F. Fanon/
Haymatlos Suad
‘’Siirt’te görev yapan bir Uzman Çavuş Musa Orhan, Batmanlı İpek Er’i on beş gün bir evde tutup sürekli tecavüz etti.’’ cümlesiyle başlıyor yazı. Uzman çavuşun tecavüzüne uğrayan İpek Er’in daha sonra intihar edip öldüğünü hatırlatan yazar, Batman’ın kadın intiharlarının en çok yaşandığı kent olduğunu iddia edip bu intiharlara bir ‘’rakam’’ daha ekliyor. Ve ‘’o bölgeyi’’ çok iyi bildiğini söylediği bir öğretmen dostunun şu sözlerini aktarıyor:
“Buralarda kız çocuklarına hiç değer verilmez, babalar kız çocuklarını çocuktan saymaz, onlar okutulmazlar, mal gibi satılırlar. Mirastan onlara hiçbir pay düşmez. Herhangi bir beceri edinmeleri, yaşamlarını kendi ayakları üstünde sürdürmeleri için hiçbir yardım almazlar. Bu durumdaki genç kızların iki seçeneği vardır: Ya dağa çıkmak ya da kentlerinde görev yapan asker, bürokrat biriyle evlenerek kurtulmak. Bu nedenle pek çok genç kız umutsuzca kendini kandırır, evlilik hayalleri kurar ve ansızın bürokrat, asker bir başka bölgeye tayin olur gider. Çoğu bekâretini kaybetmiş genç kızlar için intihar, bir kurtuluş olur.”
Işıl Özgentürk’ün 30 Ağustos 2020 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan ‘’Porno çukurunda debeleniyoruz’’ başlıklı yazısından söz ediyorum.
Görüldüğü üzere, Özgentürk intiharla sonuçlanan tecavüz olayını ve tecavüzcüyü ustalıkla unutturup konuyu salt intihar kategorisinin içine çekmekle kalmayıp, ‘o bölgeyi çok iyi bilen, bir öğretmen dostunun’ ırkçı sanrıları ve sömürgeci fantezilerine dayanarak, sorumluluğu ’o bölge’nin çocuklarını satan barbar babalarına, cahil ve ilkel toplumuna (pardon, ‘yığın’ demeliydim!) yükleyiveriyor. Tecavüzcünün özel konumunu ve tecavüzü önemsizleştiren, gerekçelendirmeye çalışan bu bakış, ancak tecavüzcüyle empati kurmanın ve ırkçı, sömürgeci bir bakışın ürünü olabilir.
Sömürgeciliğin pornografik çukurundan bakanların ‘’o bölge”ye bakarken başka türlü bir manzara görmeleri beklenemez.
Yazarın ‘medeni, modern; eğitimli kadın ve erkeklerin eşit ve özgür ilişkiler yaşadığı’ dünyasında yaşanan tecavüzler, olsa olsa bireysel bazı sapkınlıkların sonucu olurken; kadınların mal gibi satıldığı, hiçbir kıymetinin olmadığı ‘o’ dünyada ise tecavüz, cahil, ilkel yığınların kendi yaşantı ve tabiatlarının gereği, yazgısı oluyor! Parçası olduğu yığının lanetli yazgısından kaçıp kurtulmak isteyen kadının kurtuluş umudu da ışıltılı dünyadan gelen bürokrat ve askerlerin ‘’karısı’ olmaktan geçiyor haliyle! Ah, bir de şu zamansız tayinler olmasa!.. Sonrasını Özgentürk’ten okuyalım: ‘’Çoğu bekâretini kaybetmiş genç kızlar için intihar, bir kurtuluş olur.”
Böyle durumlarda intihar kaçınılmazdır, çünkü kadın intihar etmezse ‘’töre cinayetine’’ kurban gidecektir! Malum, Kürtler sadece kız çocuklarını satan, onlara değer vermeyen bir kavim değil, aynı zamanda onları zırt pırt töre cinayetleriyle katleden bir kavimdir de! Oysa medeni olan diğer Işıl’tılı dünyada bu tür sorunlar modern hukuk içinde halledilir…
Işıl Hanım, kadınların yatak odalarına kadar girilip poz verilmesini öğretmen dostunun saydığı nedenlerden hangisine dayandırırdı acaba? Çocukların cezaevinde tacize, tecavüze uğramasının nedeni de ‘’kız çocuklarına değer verilmemesi’’ vs. olabilir mi?
Özgentürk’ün yazısı sadece tecavüzcüyü gözlerden kaçıran, tecavüzün gerçek nedenlerini çarpıtarak cürmü hafifleten ve sorumluluğu mağdurlara yükleyen bir yazı değil, aynı zamanda ırkçı bir zihinden çıkan saldırgan bir propaganda yazısıdır da.
Öte yandan Özgentürk’ün sözleri kişisel değildir, (koşullara ve dönemlere göre kimi değişkilikler gösterse de) özü itibariyle sömürgecinin sömürgeye bakışının ‘’tipik’’ bir örneğidir. ‘’O bölge’’ söz konusu olduğunda hemen her alanda karşımıza çıkan, sürekliliği olan bir bakıştır bu. Yeni değildir.
Nitekim Işıl Özgentürk, yazısında o bölgeyi çok iyi bilen, bir öğretmen dostundan söz ettiğinde edebiyata ilgi duyan birçok kişi gibi benim de aklıma Ferit Edgü ve onun ‘’O / Hakkari’de Bir Mevsim’’ romanının öğretmen karakteri geldi. Romanı dikkatle okuyanların, Özgentürk ile Edgü’nün (öğretmen karakterin) ‘’o bölge’’ye bakışlarındaki benzerliği fark etmeleri zor değildir. Edgü’nün 1965 yılında asker-öğretmen olarak gittiği Hakkari’nin bir köyünde yaşadıklarından yola çıkarak yazdığı roman, 1977 yılında ‘’O’’ ismiyle çıktıysa da sinemaya ‘’Hakkari’de Bir Mevsim’’ adıyla uyarlandıktan sonra kitap da bu isimle basılır oldu.
Çetin bir kış mevsiminde uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra, Hakkari’nin ücra bir köyüne varan ‘’sürgün’ öğretmeni köyün muhtarı ve köylüler karşılar. Muhtarın köylüler adına ilk isteği, ‘’bize kendi dilini öğret’’ olur. Öğretmen, başarabileceğinden kuşku duyarak da olsa kabul eder bu isteği ve hikaye başlar…
Okulun ilk zili çalar ve çocuklar sınıfa doluşur. ‘’Boyuna kendi dillerinde konuşup bağrışan başka bir dilden bir soru sorduğumda cevaplamayan sorulu gözlerini korkuyla gözüme diken başka bir dilden konuştuğumda ağızlarını bıçak açmayan saçları makasla kırpılmış oğlanlar uzun saçlı saçlarının dibi bit ve sirkeyle dolu kızlar…’’ (s.23)
Çocukların durumu böyle. Boyuna kendi dillerinde konuşup bağrışan, başka bir dilden bir soru sorulduğunda cevaplamayan çocuklar işte… İlginç!
Sırada ilk ders vardır, ilk derse geçilmeden önce çocuklarla birlikte okulun açılşını yapar öğretmen. ‘’Şimdi, hadi bakalım, okulumuzun açılışını yapalım. Okulun açılışını yaptık. Kapıya bayrağımızı çektik. Kentten getirdiğimiz bayrağı…’’
Bayrak da çekildiğine göre sırada kendi dilini öğretmek vardır. Işıltılı medeniyetten gelen öğretmenimiz bir ara kendine bir isim de yakıştırır: Nuh. Kurtarıcı peygamber! İç monologlarında ikircilik yaşasa da Nuh’luğu kabul eder. Öğretmen, köyde el üstünde tutulmakta; hem doktor, hem danışılan hem de dertlerin sorunların taşındığı akil kişi olarak kabul görmektedir. Kendisi doktorluğu mecburen reddetse de diğer bütün ayrıcalıkları doğal karşılar ve kabul eder. Egemenlik hakkı’dır!
Durumu kısaca özetledikten sonra romanın konumuzla ilgili olan kısmına gelelim. Ferit Edgü’nün romanında da ‘’o bölge’’nin aşağı yukarı Işıl Özgentürk’ün yazısındaki gibi tasvir edildiğini görürüz. İlkel, cahil, dışarıdan (medeniyetten) gelenlere her şeyini vermeye hazır, onu hoş tutmak, hatta ‘’nefsini köreltmek’’, cinsel açlığını doyurmak için, ona çocuk yaştaki kızlarını, evli kardeşlerini sunmak/satmak isteyen ve bunu kendisine gönül rahatlığıyla teklif eden bir kavim. Tasvir aşağı yukarı böyledir. Öğretmen de onları zamanla arzu nesnesi, mastürbasyon aracı olarak görmekten geri kalmaz. Hatta işi daha da ileri götürüp birgün okulun kapısında ‘’O’’yu düşünüp ‘akarken’ şöyle geçirir içinden:
‘’O: özlemim O: eski dilden hasretim O: bir zamanlar her limanda bulduğum, her limanda boşaldığım. O: nicedir unuttuğum akıyordu şimdi. Dişlerimi sıktım. Gözümü açmaya, sınıfa girmeye korkuyordum. Git çal Muhtarın kapısını. Kabulüm, de. Nem varsa al, de. Parasını öderim, de. Kabulüm. Kıyın imam nikahım, de. Ya da onu da yapmayın, ben günahtan korkmam, de. Ve al koynuna. Bu geceden tezi yok, al koynuna, o narin, saçları bitli yavruyu. N’ olacak, temizlersin bitlerini. Bir güzel yıkarsın. Sirkelersin. Dedetelersin.’’
Muhtar’ın kendi çocuğunu öğretmene vermek/satmak isteğini de kahramanın şu cümlelerinden anlıyoruz: ‘’Hadi, utanma, hadi git. Sen önermiştin, şimdi ben istiyorum, de. Hadi iste. Hadi satın al. Daha göğüsleri oluşmamış o narin yavruyu.’’ (s.101). Romanın karakterlerinden Halit de öğretmenin erkekliğinin doyurulmasına kayıtsız değildir. Öğretmen, köyde birçok şey olmakla birlikte ‘beyaz’ erkekliğin tecessüm etmiş halidir de.
‘’Hakkari’de Bir Mevsim’’i baştan sona incelemek başlı başına geniş bir yazının konusu olabilir, ancak bu yazının asıl amacı bunu yapmak olmadığı için bir iki kısa vurguyla toparlayalım. En nihayetinde öğretmen görevini bitirip gider, kış bittiğinde… Kendi dilini öğretmiş, bayrağı köye dikip benimsetmiş biri olarak.
‘’Yola koyuluyoruz. Dağdan iniş başlıyor. Çocuklar okulun önünde. Bayrağı direğe çekmişler. Bağırıyorlar ardımdan. Biri gelip elimi öpüyor. Biri gelip atımın dizginlerini tutuyor.’’ (s.191)
Mezkur romandan kimi alıntı ve aktarımlar yapmamın nedeni; 1977’de basılan bir romanla neredeyse yarım asır sonra yazılan bir köşe yazısını karşılaştırıp ’merkez’in, ‘’o bölge’’ye bakışında değişen bir şey olmadğını vurgulamak ve asıl meseleyi imlemek…
Velhasıl, mesele asla bir yazarın, bir köşe yazısında maksadını aşan ifadeler kullanması falan değildir. O, milyonlarca ırkçının iç/dış sesidir. Özgentürk’ün -bence son derece sefil olan- yazısını okuduğumda, aklıma gelen ilk iki cümleyi yazarak bitireyim: Özgentürk’ün bölgeyi çok iyi tanıyan öğretmen dostu Ferid Edgü/’Nuh Öğretmen’ olmasın?!