Makaleler

Kürt Barışı: Demokratikleşmenin ve rasyonelleşmenin anahtarı

Vahap Coşkun dünkü Serbestiyet’te ki yazısında ”Kürt meselesindeki çözümsüzlük, toplumsal bağları zedeliyor, politik alanı istikrarsızlaştırıyor, hukuk güvenliğini asgari seviyeye çekiyor ve ekonomik gelişmeye darbe vuruyor.”diyerek devam ettiği yazısının tamamı şöyle:

Sorun, herhalde, çözümsüzlüğün viran etme, çözümün ise inşa etme kapasitesinin büyüklüğünü kavrayacak derinlikte bir siyasi anlayışın şimdiye dek geliştirilememiş olmasıdır. Eğer mevcut rota izlenip de bu mesele çözümsüz bırakılırsa, Türkiye tahammülfersâ bir hal alan insani ve maddi bedelleri ödemeye devam eder. Meseleye akılcı, esnek ve olgun bir perspektifle eğilip bu soruna nihai bir çözüm bulunması durumunda ise Türkiye, gerek toplum gerekse devlet olarak ciddi bir avantaj sağlar.

Bazen tamamen bittiği ilan ediliyor, bazen de görmezden geliniyor. Kimi adı anılmazsa sorunun “yok” olacağını düşünüyor, kimi de işi zamana havale ediyor, yıllar geçtikçe sorunun da kendiliğinden buharlaşmasını umuyor. Lakin Kürt meselesi, Türkiye’nin orta yerinde duruyor; biçim ve mahiyet değiştirse de varlığını devam ettiriyor. Ve Türkiye’nin içtimai, iktisadi, siyasi ve hukuki yapısı da bu sorundan giderek daha derinden etkileniyor.

Kürt meselesindeki çözümsüzlük, toplumsal bağları zedeliyor, politik alanı istikrarsızlaştırıyor, hukuk güvenliğini asgari seviyeye çekiyor ve ekonomik gelişmeye darbe vuruyor. Bir başka ifadeyle bu sorun, spontane bir otoriterlik üreterek sosyal, siyasal ve hukuki ilişkileri zehirlerken, aynı zamanda ülkenin kalkınmasının, daha müreffeh ve daha zengin bir ülke olmasının önüne de aşılması güç bariyerler koyuyor. Tek bir sorun, çok yönlü ve çok boyutlu maliyetler üretiyor.

1984’ten bugüne gelen 40 yıllık çatışma sürecinin sosyal, siyasal ve hukuksal açıdan toplumun sırtına bindirdiği yükler hakkında literatürde çokça nefes tüketildi. Fakat meselenin çıkardığı ekonomik fatura hakkında ayrıntılı çalışmalara pek rastlanmadı.

Gerçi, süregelen çatışmanın Türkiye’ye maliyetine dair birçok rakam dillendirildi. Mesela 2007’de TBMM Başkanı Köksal Toptan 250 milyar dolar, 2008’de Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek 300 milyar dolar, 2011’de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik 400 milyar dolar rakamlarını telaffuz etmişlerdi. 2013’te Başbakan Erdoğan da, maliyetin 300 milyar doların üzerinde olduğunu açıklamıştı.

Ne var ki bunlar söyleyenin sahip olduğu genel bilgileri ve kısmen de tahminlerini ifade eden, detaylandırılmamış rakamlardı. İktisatçı İzzet Akyol, Democratic Progress Institute (DPI) için hazırladığı raporda, işte bu zor işin altına giriyor. “40 Yıllık Çatışmanın Türkiye’ye Ekonomik Maliyeti”[1] başlığını taşıyan rapor, geniş bir kaynak taramasıyla meselenin ekonomik röntgenini çekiyor; konunun hem teorik arka planını hem de pratik neticelerini berrak bir dille okuyucularına aktarıyor.

“Elitist üstenciler” ve “çoğunlukçu üstenciler”

Akyol, raporunda öncelikle -Kürt meselesi de dâhil olmak üzere- Türkiye’deki temel toplumsal sorunlara yol açan siyasi zihniyete projektör tutuyor. Ona göre, Türkiye’de esaslı bir demokrasinin kurulmasını önleyen iki ana faktör var: Vesayetçilik ve çoğunlukçuluk. Bugün sözel düzeyde hemen herkesin şikâyetçi olduğu “kutuplaşma” haline de sebep olan bu iki faktörün kökeninde ise ülkenin kuruluş dönemindeki siyasi gelişmeler yatıyor.

Türkiye’de siyasi mücadele, bürokratik kurumları arkasına alarak halk çoğunluğunun taleplerine kulaklarını tıkayan “elitist üstenciler” ile halk kitlelerinin desteğini alarak çoğunluk dışında kalan toplumsal kesimlere karşı hoyrat bir siyaset yürüten “çoğunlukçu üstenciler” arasında cereyan ediyor. Siyasetin bu iki uç arasında bir “kazanmak-kaybetmek-rövanş almak” süreci şeklinde işlemesi, toplumsal zıtlaşmaları körüklüyor, politik istikrarsızlığı besliyor ve nihayetinde demokrasinin hep köşeye sıkışmasına neden oluyor.

Siyasetin bu şekilde iki uç arasında bir sarkaca dönüşmesi, memleketin siyasi bir bakışla ve teknik vasıtalarla çözülebilecek konularını dahi bir asayiş/rejim sorunu yapıyor. Aslında siyaseten hal yoluna koyulabilecek bir meselenin ısrarla bir asayiş/rejim ya da güvenlik/yargı sorunu olarak ele alınması, siyasi aktörleri rasyonaliteden ve pragmatik esneklikten uzaklaştırıyor ve sorunu daha da büyütüyor. Böylece hem “Türkiye’nin kaynakları gereksiz patinajlarla heba oluyor” hem de ülkede barış ve huzuru temin etmek güçleşiyor.

Asayiş sorunu değil siyasi sorun

Türkiye’nin yakın siyasi tarihindeki askeri darbelerden muhtıralara, Kürt meselesinden Alevi sorununa, başörtüsünün yasaklanmasından azınlıkların mağduriyetine kadar hemen her sorun bu zemin üzerinden değerlendirilebilir. Ama herhalde çerçeveye en iyi uyan, Kürt meselesi olur. Akyol, Kürt meselesini tarihsel bir bağlam içinde değerlendiriyor, İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerinde sorunun nasıl bir seyir izlediğini incelikli olarak tahlil ediyor. Ona göre, devletin resmi görüşü bunu bir “asayiş sorunu” olarak göstermeye çalışsa da, Kürt meselesi -asayişe dair ciddi yan etkileri de ihtiva eden- bir “siyasi sorundur.”

PKK’nin resme katılmasıyla bu sorun son 40 yıldır bir şiddet sarmalının içinde kavruluyor. Akyol, yarım asra yaklaşan geçmişi ve yarattığı yıkım göz önünde bulundurularak bu çatışmanın “düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanmasının isabetli olacağını belirtiyor. Peki, bir çatışma veya düşük yoğunluklu bir savaş, bir ülkenin ekonomisinin üzerinde ne tür etkilerde bulunuyor?

Akyol, evvela, uzun süren bir çatışmanın yaratığı bazı hasarların ölçülemeyeceğini belirtiyor. Mesela, bizzat çatışmalara katılmış veya çatışma bölgelerinde yaşadığı için buna maruz kalmış insanlarda oluşan güvensizlik duygusunun ve psikolojik travmaların maliyeti rakamlara dökülemez. Hakeza, çatışmaların sebebiyet verdiği toplumsal ayrışmaların, çatışmadan ötürü verilemeyen eğitim ve sağlık hizmetlerinin yarattığı zarar da ölçülemez. Ancak bunların toplum ve ekonomi üzerinde menfi yönde tesirlerde bulunduğu muhakkaktır.

“Avucun içinden akıp giden muazzam servet”

Mamafih, çatışmaların ölçülebilen zararları da vardır. Gerek farklı ülkelerin yaşadıkları tecrübeler ve gerek akademik birikim, çatışmalardan kaynaklı ekonomik maliyetle alakalı önümüze uzun bir liste çıkarır. Akyol, dört temel başlığı öne çıkarıyor: Ekonomik ve politik kırılganlığın ve istikrarsızlığın artması, beşerî ve fiziki sermayenin kaybı, savunma harcamaların artması ve turizm gelirlerinin azalması.

İspanya’daki Bask bölgesinde 1968 yılında başlattığı silahlı eylemleri 2000’lere kadar sürdüren ETA örgütü ile İspanyol devlet güçleri arasındaki çatışmaların Bask bölgesindeki ekonomiyi minimum yüzde 10 oranında küçülttüğü hesaplanmıştır. ETA’nın 1968 ilâ 2011 yılları arasında devam eden eylemlerinde hayatını kaybeden insan sayısının 829 olduğu dikkate alındığında; Türk güvenlik güçleriyle PKK arasındaki çatışmalarda toplamda 40 bini aşkın insanın hayatını kaybetmesine nazaran Türkiye’deki çatışmaların çok daha kapsamlı ve yakıcı olduğu anlaşılacaktır.

Akyol, PKK’nin kapsamlı ve yaygın eylemlere başladığı 1985’ten bu yana, bu dört madde kapsamındaki muhtemel ekonomik kayıplar ile olası fırsat maliyetleri hesaplamalarını yorumlayarak, çatışmaların bize toplamda 3 trilyon dolarlık bir fatura kestiğini ileri sürüyor.

Yapılan hesaplamalara göre yıllık milli gelirin yüzde 1 kadarına tekabül eden bir kaynak direkt olarak veya dolaylı bir şekilde buharlaşmakta ve yıllara yayılınca 3 trilyon doları aşkın muazzam bir servet Türkiye’nin avuçlarından kayıp gitmektedir.

Hesaplamanın nasıl yapıldığını öğrenmek, bunun ekonomik-teknik izini takip etmek isteyen uzmanlar rapora müracaat edebilirler. Burada altı çizilmek istenen, bu sorunun bir çözüme kavuşturulmamasının ne kadar büyük bir tahribata yol açtığıdır.

Kürt meselesi, her bakımdan, Türkiye’nin ayağındaki bir prangadır. Bu prangadan kurtulmadığı müddetçe Türkiye’nin rahata ermesinin imkânı yoktur. 2013-2015 yılları arasındaki çözüm sürecinde önemli bir rol üstlenen AK Parti Adıyaman eski milletvekili Adanan Boynukara’nın raporda da atıf yapılan bir tespiti, bu meyanda büyük önem taşır:

“Devlet aygıtına ve siyasi partilere egemen olan kadroların Kürt Meselesinin nihai çözümünün topluma, ülkeye ve devlete kazandıracağı avantajları ve siyasal derinliği idrak edememeleri hem eksiklik hem de büyük bir sorun olmuştur.”

Sorun, herhalde, çözümsüzlüğün viran etme ve çözümün ise inşa etme kapasitesinin büyüklüğünü kavrayacak derinlikte bir siyasi anlayışın şimdiye dek geliştirilememiş olmasıdır. Eğer mevcut rota izlenip de bu mesele çözümsüz bırakılırsa, Türkiye tahammülfersâ bir hal alan insani ve maddi bedelleri ödemeye devam eder. Meseleye akılcı, esnek ve olgun bir perspektifle eğilip bu soruna nihai bir çözüm bulunması durumunda ise Türkiye, gerek toplum gerekse devlet olarak ciddi bir avantaj elde eder.

Türkiye’nin acilen bir Kürt barışına ihtiyacı vardır. Memleketin demokratikleşmesini de rasyonelleşmesini de sağlayacak olan budur.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu