Makaleler

Süreklilik, zihniyet ve siyaset

Gerçek bir değişim kaçınılmaz olarak zihniyetin değişimini ifade ediyor ve yine kaçınılmaz olarak bu zihniyetin esas yararlanıcısı olan ilişkinin ve söz konusu ilişki içindeki aktörün hareket alanını sorunsallaştırmayı gerektiriyor. Bu nedenle Türkiye’de ‘demokrasi mücadelesinin’ temeli devlet/toplum ilişkisinin yeniden kurgulanması olmalıdır. Bunu es geçen her çaba kendimizi kandırmak ve sürekliliğe teslim olmak anlamına gelir.

Etyen Mahçupyan

Her çocuk kendisini kuşatan bir dizi kurala ve otorite sahibi kişiye doğar. Becerisi hızla uyum sağlayıp içine doğduğu dünyayı kendi lehine kullanmaktır. Doğanın ondan beklediği maharet, çevresindeki tüm önemsemesi gereken ilişkilerin doğasını, giderek ilişkiler arasındaki dengeleri kavramaktır.

Ancak insan kültürel bir varlık… Dolayısıyla teknoloji seviyesi ne olursa olsun, bizi memnun, mutlu, başarılı ya da bunların tersi kılan etken kültürel çevremizi ne denli anladığımız ve etkilediğimiz. Bu çabalar çocuğun kendisini bir kişi olarak görmesine, diğer insanlardan ve özellikle yaşlılardan farklı olarak tanımlamasına neden olur. Söz konusu adaptasyon süreci aynı zamanda bir karşı çıkma ve değiştirme arzusuyla birlikte yürür…

Nesiller için de aynı şey söylenebilir. Her yeni nesil önce kendisini bir değişim akışının içinde hisseder ve değişimin taşıyıcısı olarak görür. Sanki tam da ‘değişim zamanına’ doğmuştur ve bir şeylerin değişimine doğrudan katkı yapacak gibidir.

Ancak zaman geçtikçe değişimin yetersiz ve yüzeysel kaldığı duygusu giderek artar. Büyük toplumsal travmalar yaşayan nesiller bile, önce ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ düsturunun sıkı takipçisiyken, sonraları değişmeyenin ağırlığını hisseder.

Çünkü kültürel zamanı geniş kavradığınızda belirleyici olan sürekliliktir. Kültürel zaman (teknolojik zamanın aksine) miras alınan zihniyetin sınırları dahilinde ilerler ve sadece insani ilişkileri değil, insan/doğa ilişkisini de söz konusu sınırlar dahilinde anlamlandırır. Bu nedenle sahici bir değişim ancak zihniyeti etkilediği ölçüde kalıcı olabilir. Bunu yapamayan değişimler köpük misali öznel tarihimizi renklendirerek geçip giderler…

Bu tespit aile içi temel ilişkiler açısından olduğu kadar, genelde ‘siyaset’ diye tanımladığımız alan için de geçerli. Burada üç temel ilişki var. Devlet/toplum ilişkisi, devlet/siyaset ilişkisi ve siyaset/toplum ilişkisi.

Bu topraklarda zihniyet ve süreklilik açısından zeminde devlet/toplum ilişkisi yatıyor. Bizans ve Osmanlı’dan gelen bir ‘istikrarlılıkla’ hiyerarşik yapısını sürdürürken, devletin rehberlik ve tahakkümünden besleniyor. Devlet toplumun sahibi olduğunu varsayarken, toplum da ancak devletin kuşatıcı kanatları arasında var olabileceği kabulüne sahip. Toplumsal kimliğin tanımı ve içeriği devletten neşet ediyor. Bu nedenle devlet kimliğin esas sahibi, koruyucusu ve savunucusu. Toplum ise devlete kimliğinden, yani ona bahşedilmiş özgünlüğünden ötürü şükran borçlu…

Toplum içinde farklı kesimlerin, sosyoekonomik grupların ya da cemaatlerin varlığı bu durumu değiştirmiyor. Çünkü her biri devletle benzer bir ilişki peşinde koşuyor, gerçek devlette tahayyülündeki devleti arayıp buluyor. Devletin hışmına uğrayanlar bile bunu ‘insana ait ideolojik yanlışlara’ dayandırıp zihinlerindeki devlet tasavvurunu sakınmaya devam ediyor.  

Yazının devamı için:

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu