Solun şiddeti, devletin şiddeti
Solun küçük şiddeti, devletin büyük şiddeti. Solun küçük şiddet fetişizmi; devletin büyük ve gerçek, zalim, ezici ve kahredici şiddeti. Fark ne olursa olsun. Günlerdir düşünüyorum, 12 Mart ve 12 Eylül işkencecilerinin önünü açan, işlerini kolaylaştıran, kendilerini kahraman gibi görmelerini sağlayan hayalleri, ortamı, koşul ve süreçleri.
[8-9 Kasım 2021] Bu soruyu sormak Eymür’ü doğrulamaz, Kontrgerilla’ya bahane bulmak anlamına gelmez. En ufak bir mazereti olamaz, adına işkence dediğimiz insanlık dışı dehşetin. Öte yandan, oraya buraya çekilebilme ihtimali ne olursa olsun, öncelikle bir tarihsel dürüstlük zarureti. Ayrıca, solun kendisinin demokrasi ve hukuk devleti nedir öğrenmesi, kıymetini bilmesi için de gerekli.Diyebilirsiniz ki biraz geç oldu; bir kısım solcunun hiç öğreneceği yok bunu. Hattâ, bundan doğacak, kendini düzeltmiş, rektifiye etmiş yeni bir sol olanağı yok artık. Siyasal yelpazenin sol kanadı olacaksa ve orada birileri olacaksa, bunlar eski solcular olmayacak. Yepyeni kuşaklar, yepyeni insanlar olacak. Genel ve kapsamlı bir teorileri, bütünsel bir paradigmaları olmayacak (Marksizm benzeri). Bunun yerine, tek tek meseleleri olacak: iklim, küresel ısınma, göçler ve sığınmacılar, ırkçılık, demokrasi ve insan hakları, bölgesel savaşlar… Ama bu konularda verilen ve besbelli ki daha otuz kırk yıl boyunca verilecek mücadelelerin başını, eski sosyalist solun kalıntıları çekmeyecek. Bu mücadelelere belki Marksizmin muhalif, kapitalizmin eleştirisini içeren boyutları biraz ışık tutacak. Ama sosyalizm, ya da Marksizmin sosyalizm boyutu yol göstermeyecek.
Gene de gerekli. Ne olursa olsun gerekli.
1960’larda dünya görece sola kaydı. Ardında, tarihin çelişkili, parçalı ve eşitsiz gelişimi yatıyordu. Bir yanda sosyalizm vardı, diğer yanda anti-emperyalizm. İkisi aynı şey değildi. Aslında Sovyetlerde, Doğu Avrupa’da ve Çin’de sosyalizm esas itibariyle başarısızdı. Politikada demokrasisizlik, ekonomide piyasasızlık, çeşitliliğin, yarışmanın ve rekabetin olmaması demekti. Bu yüzden yeni teknoloji de üretemiyor, verimlilik artışı sağlayamıyor, Batı kapitalizmine yetişip geçme iddiaları kof çıkıyordu. 1956’da Macar ayaklanmasının, 1968’de Çekoslovakya’nın demokratikleşme denemesinin tanklarla ezilmesi (ve daha sonra bir de Afganistan’ın işgali), kolay kolay silinmeyecek kara lekelerdi. Ama bir de sömürgelerin bağımsızlık ve ulusal kurtuluş mücadeleleri yaşanıyordu aynı yıllarda. Fransa’ya karşı Cezayir, Portekiz’e karşı Angola ve Mozambik, tabii en önemlisi ABD müdahalesine karşı Vietnam, gene ABD baskısı, ambargosu ve Domuzlar Körfezi çıkarmasına karşı Küba etrafında büyük uluslararası destek hâleleri oluşuyordu. Yani arazideki fiilî anti-emperyalizme, Avrupa ve Amerika dahil her yerde yaygınlaşan duygusal ve düşünsel bir anti-emperyalizm eşlik etmekteydi.
Batıyı hedef alan bu anti-emperyalizm dalgası, Sovyet bloku tarafından hararetle desteklendi ve ikisi arasında bir örtüşme doğdu, bu da sosyalizmin zaaflarını ve sathın altında derinleşen buhranını uzun süre örtmeye, gözlerden saklamaya yaradı. 1960’lar ve 70’lerin sol coşkusu bir sosyalizm ve işçi sınıfı devrimi coşkusu değildi; anti-emperyalizmin coşkusuydu. “Dünyanın lânetlileri,” Enternasyonal marşının les damnées de la terre’inden (yani gelişmiş sanayi ülkelerinin proletaryasından), Frantz Fanon’un The Wretched of the Earth’üne (yani yoksul, azgelişmiş ülkelere) kaymıştı. Lenin’in “Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarının devrimci fırtınası”na ilişkin öngörüsü ya da Çin Kültür Devrimi’nin “Doğu kızıldır” şarkısı ve sloganı, sonunda gerçekleşiyor gibiydi. İşte artık emperyalizmi ve dolayısıyla kapitalizmi bunlar geriletiyordu.
1960’lar ve 70’lerde yaygınlaşan “emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi” ya da “emperyalizmin toptan çöküşe gittiği, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği çağ” söylemleri, bu konjonktürden kaynaklanmaktaydı. Hepsinde büyük bir sübjektivizm ve iradecilik (volontarizm) söz konusuydu. Guevara “devrimcinin görevi devrim yapmaktır” diyordu. Boş lâftı. Sanki “devrim yapmak” diye tanımlanabilir tek bir fiil, bir eylem türü vardı ortada. Devrim olacaksa, küçük büyük bir yığın eylem, faaliyet ve mücadelenin, sayısız vektör ve faktörün birleşik sonucu olacaktı. Ama hayır, Guevara ve hayranları için, bir, devrim öncelikle bir irade meselesiydi, istemek meselesiydi. İki, doğrudan “devrim yapmak” atılımı dışındaki o bütün diğer eylem ve mücadeleler legalizm, reformizm, parlamentarizm kokuyordu. Yani “devrim yapmak”la kastedilen, işi fazla uzatmaksızın silâha sarılmaktı aslında. Yayılıp popülerleşmesinin zeminini, sadece haksızlığa ve mağduriyete isyan değil, aynı zamanda silâha ve silâhlı kahramanlığa hayranlık oluşturdu.
Bu da bir diğer evrensel dalgaya dönüştü. Marx, “yeni bir toplumun ebesi şiddettir” demiş; proletarya devrimi ve ardından proletarya diktatörlüğünün ilk teorisini kurmuştu. Lenin ve Stalin bunu belirli bir model ve yol haritasına dönüştürdü. Ardından Mao ve Ho Şi Minh “kırlardan şehirlere” alternatif bir mecra sundu; lâfta sunmakla kalmadı, somut başarılarla taçlandırdı. Cezayir’de Frantz Fanon çıktı ve şiddet savunusunu yeni bir platforma taşıdı.
Yazının devamı:https://serbestiyet.com/featured/solun-siddeti-devletin-siddeti-75057/