Kayıp ülke Suriye’ye yüreğiyle bakan bir başyapıt
Orta Doğu’nun en makus talihli ülkesi Suriye’deki büyük dramların nasıl görmezden gelindiğini bize en dokunaklı biçimde duyuruyor. Derviş Zaim’e bu film için gerçek anlamda teşekkür borçluyuz.
Derviş Zaim’in 2017’den beri ilk filmi olan Flaşbellek, 2020’den başlayarak birkaç festival dolaşmış. Sadece Fransa’nın saygın Montpellier festivalinde bir ödülü var. Öbürlerinde (bizim Antalya ve Boğaziçi şenlikleri dahil) ödül almamış. Bunları okuyunca şöyle düşündüm: Ya ben iyi sinema nedir bilmiyorum; veya unuttum… Ya da bu şanssız film gerçekten hep kıymetini bilemeyen yerlerde harcanıp gitmiş!..
T24’ten Atilla Dorsay’ın yazısı şöyle devam ediyor. Nasıl öyle olmasın ki… Tümüyle Arapça olan ve oyuncuları da Arap olan bu film, bizim sinemamızın sınırlarını aşıp dünya çapında önemli bir büyük siyasal alegoriye dönüşüyor. Ve içerdiği birçok öge, tam da şu sıralarda Ukrayna’da yaşanan faciayla birlikte daha ön plana çıkıyor. Aslında son derece insancıl bir özü olan ve bu nedenle de önemi her çağda sürecek birçok şeye sahip olarak…
Film adına Suriye denen gerçekten de bahtsız ülkenin geçmişine, tam olarak 2010’lu yıllara eğiliyor. Ana kahramanımız Ahmet Rıfkı, Esad rejiminin bir askeriyken, rejimin yarattığı giderek inanılmaz bir iç savaşa, ayrıca da soykırıma dönüşen operasyonların dehşetine tanık oluyor. Rejim bu aslında ‘laik İslam ülke’de, kendisine karşı çıkan Özgür Suriye Ordusu adlı girişimi yok etmeye çalışıyor.
Ama nasıl… Gencecik insanlar Esad’ın kendi halkına karşı yürüttüğü kimyasal silahlarla haince öldürülüyor; cesetleri bir alanda numaralanarak sergileniyor; ezkaza canlanır gibi olan olursa, hemen vuruluyor ya da boğuluyor!.. Sonra yakınlarına bilgi verebilmek için fotoğrafları çekiliyor. Ve sözüm ona doktorlar, başta paragöz Abdullah Amca olmak üzere, onları belgeliyor.
Bu arada Ahmet Rıfkı da boğazından yara alıyor ve konuşma yetisini kaybediyor. O andan itibaren o artık sevgili eşi öğretmen Leyla’nın sevgisiyle hayata tutunacaktır. Leyla okulunda gencecik öğrencilerine özellikle 1001 Gece Masalları denen klasik metinleri anlatırken, onlara birazcık umut aşılamayı deniyor. Ama bu, her savaşta olduğu gibi, olaydan kadınların ve çocukların en çok etkilenmesini engelleyemeyecektir.
Hansa kökenli ikilimiz, sonunda Ahmet’ in isteğiyle Türkiye’ye geçmenin çarelerini arıyor. Arada, henüz çocuk sahibi olamamış genç çift küçük bir oğlanı korumalarına alıyorlar. Ama öylesine büyük bir kargaşa vardır ki ortalıkta… Bir yandan IŞİD, öte yandan sınır geçişlerini sniper denen keskin nişancılarına teslim etmiş Esad yönetimi; ayrıca BAAS, Hizbullah, Selefi’lerin örgütü El Nusra… Ve de ülkeyi uzaktan bombalamayı ihmal etmeyen Rusya… Sınır geçişleri imkansız denecek kadar güçtür. Nitekim Leyla aynı şeyi deneyen ailesini o yüzden kaybetmiştir.
En korkunç şeylerden biriyse bu kıyamette paranın egemenliğidir. Her yerde herkes biraz para edinmenin peşindedir. Taksi şoförlerinden sınır görevlilerine; doktorlardan IŞİD’cilere… Ve cepten para çıkmadan, sırf insanlık adına yapılacak ya da yaptırılacak hiçbir şey yoktur… Ne acı!..
Her dönemde her türden savaşın nasıl bir devasa ölüm mekanizması, bir insafsızlık sergilemesi ve bir toplu kıyım olduğunu en iyi gösteren filmlerden biri bu… Yumuşak, ama etkili bir sinemayla anlatılmış. Yıkık-dökük Şam dekorunun, o ıssız ve kısır doğanın görüntü yönetmeni Andreas Sinanos tarafından iç burkucu biçimde kavrandığı; Marios Takoushis imzalı müziğin de ruhumuza işlediği bir yapım. Bu uluslararası proje anlaşılan iyi bir bütçeyle kotarılmış ve genelde star oyunculara giden para, başka ve daha önemli şeylere ayrılmış.
Ahmet Rıfkı’da Saleh Bakri, bütün filmi hiç konuşmadan, sadece bakışlarıyla ve oyunuyla aşıyor. Öylesine anlamlı, öylesine kederli bir yüzü var ki… Sanki her şeyi gözleri ve bedeniyle anlatmayı deniyor. Ve başarıyor. Eşi Leyla’da Sara El Debuch, ayni biçimde başarılı. O koşullar altında kadın olmanın, bir eş ve de -çok özel bir durumda- bir anne olmayı denemenin ağır bedelini bizlere çok iyi hissettiriyor. Tüm bu Arap (Suriyeli? Iraklı?…Tam bilmiyoruz) oyuncular işlerini kusursuz biçimde yapıyorlar.
Sanırım, hele günümüzde Ukrayna savaşıyla değeri daha da artmış bir film bu… Üstelik Avrupa’nın göbeğindeki Ukrayna’nın tüm dünyanın ilgisini çekmesine karşın, Orta Doğu’nun en makus talihli ülkesi Suriye’deki büyük dramların nasıl görmezden gelindiğini de bize en dokunaklı biçimde duyuruyor. Derviş Zaim’e bu film için gerçek anlamda teşekkür borçluyuz.
Günümüzün en büyük mülteci grubunu oluşturan Suriyeliler için de hayat şimdi her zamankinden daha zor. Çatışmanın 2011’de başlamasından bu yana, 5,5 milyondan fazla insan komşu ülkelere sığınmak için Suriye’den ayrılmak zorunda kaldı ve bugün Suriye’nin savaş öncesi nüfusunun yarıdan fazlası yerinden edilmiş durumda. Çoğunluğu Türkiye’de olan Suriyeliler için hayat hiçte kolay değil. Düşünsenize herşeyinizi topraklarınızı evinizi eşyalarınızı işinizi akrabalarınızı en önemlisi düzeninizi bırakıp gitmek zorunda bırakılıyorsunuz ve gittiğiniz yerlerde zaten bir uyum süreci yaşıyorken bir de istenilmemeniz ve de en önemlisi çifte standart.Ukrayna vatandaşlarının sizin yaşadıklarınızın kaçta kaçını yaşadıklarına şahit olmak anlaşılır gibi değil ama öyle maalesef….