Makaleler

İsveç seçimleri: Endişe verici üç alarm çanı

Son İsveç hadisesi hak ettiği önemi görmedi.

Birleşik sağ partilerin, meclis seçimlerini az bir farkla da (173 sandalyeye karşılık 176 sandalye) olsa kazanmayı başarmalarından bahsediyoruz.

Bugüne kadar iktidar koalisyonunun en önde gelen partisi olan İsveç Sosyal Demokrat Partisi, mecliste birinci parti olmayı sürdürdü, ancak artık çoğunluğa sahip değil.

Başbakan Mangdalena Andersson istifa etti. Daha da önemlisi, “neo-Nazi” olarak kabul edilen “İsveç Demokratları” (Sverigedemokraterna, SD) Partisi, mecliste ikinci, sağ blok partileri arasında birinci olarak, geleneksel “Ilımlı” Partisini yerinden etti.

SD yeni hükümet koalisyonunda temsil edilemeyebilir, ancak onun için bir denetleyiciye veya medyanın kullandığı tabirle “kral yapıcıya” dönüşecek. 

Bu sonuçlarla birlikte İsveç, Fransa, Almanya, Finlandiya, Danimarka, Avusturya, Estonya, Macaristan ve diğerlerinde örneklerini gördüğümüz bir Avrupa’daki aşırı sağ kervanına katıldı.

Bu gidişat da aşırı sağın geniş tabanlı partilerden birine dönüşmesi. Özellikle İtalya, bu ay yapılacak seçimler sonucunda “post-faşist” Giorgia Meloni’nin başbakanlığı devralması durumunda bu yönde daha da ileri gidebilir.

İsveç tehlikesinin 3 sac ayağı bulunuyor:

Birincisi, doğrudan politik ve stratejik boyut. SD Partisi liderliğinin, mevcut savaşta Ukrayna’nın pozisyonunu destekleyerek ve İsveç’in NATO’ya katılımı konusundaki tutumunu değiştirerek kendisini diğer Avrupa aşırı sağcı örgütlerinden ayırdığı doğru.

Rusya-Ukrayna savaşı patlak verene kadar İsveç’in NATO’ya katılmasına karşı olan parti, bu tutumunu değiştirerek desteklemeye başladı. Ancak parti tabanının Rus lidere olan hayranlığını gizlemediği de doğru.

Bazı gözlemciler, İsveç’te “yabancıların ve mültecilerin tehlikelerine” odaklanan bir Rus dezenformasyon kampanyası ile bu konunun SD’nin söylemindeki ve politikalarındaki merkeziliği arasındaki tutarlılığı not etmekten geri kalmadılar.

En kötü ihtimali varsayarsak, İsveç seçimlerinin sonuçları, Vladimir Putin’in Ukrayna’da ordusunun aldığı son acı darbelerin telafisi olacak. Bazı gözlemcilere göre söz konusu darbeler, Çinli lider Şi Cinping ile Semerkant’taki son görüşmesinde Putin’i ondan yardım istemeye itti.

Üstelik bu varsayıma göre, İsveç’in NATO’ya katılımı, NATO için bir kazanım olmaktan ziyade, Rusya’nın Avrupa ve NATO içinde bir Truva atı kazanmasına dönüşebilir. Artan akaryakıt ve gıda fiyatlarına gelince, bu, “Ukrayna için fedakarlığı durdurmaya” yönelik popülist talepleri körükleyebilir.

İkincisi, İsveç’in sunduğu model. Demokratik sosyalizmi nüfusu 11 milyonu geçmeyen bir ülkeyi devasa bir modele dönüştürdü. 

İsveç, kapitalizmin en iyi yönünü, yani özgürlüğü, sosyalizmin en iyi yönüyle, yani eşitlikle birleştirdi.

Kendisine ve dünyaya, insanlığın şimdiye kadar ürettiği en iyi insani ve politik toplum formatlarını sundu.

İskandinav sosyal demokrat ekonomisi tarihsel olarak üç sütuna dayanır: Tam istihdam, cömert ve kapsayıcı bir refah sistemi, düzenli bir işgücü piyasası.

Ancak seksenlerden itibaren, demografik değişimin ağırlığı altında, refah sisteminin vaatlerini yerine getirme gücü azalmaya başladı. Bilim ve tıbbın ilerlemesine bağlı olarak yaşlı nüfusun artmasının yanı sıra gençlerin eğitim ve uzmanlaşma yılları uzadı, dolayısıyla işgücü piyasasına girişleri gecikmeye başladı. Tüm bunlar doğum oranlarındaki düşüşün gölgesinde yaşanıyor.

Toplumu destekleyecek bu işgücü eksikliği, kısa sürede siyasi eşdeğerini bulan bir krizi başlattı; 1980’lerin ortalarında, İsveç Sosyal Demokrat Partisi (SAP), devletin ekonomiyi düzenleyici rolünü azaltmaya başladı. Sosyal programlara resmi desteğin ekonominin kaldıramayacağı bir lüks olduğunu söyleyen sesler yükseldi. Bu arada, kamu hizmetleri yavaş yavaş özelleştirilmeye başlandı. 1990’ların başında, Sosyal Demokratlar seçimleri kaybetti ve iktidarı muhafazakarlara devretti. Sağ partilerin son zaferi büyük olasılıkla, bu yönde büyük ve yeni bir kayma oluşturacak.

Üçüncüsü, ırkçılık ve sosyal dokunun bütünlüğü meselesi. Sadece 2015 yılında İsveç, çoğunluğu Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelen 163 bin mülteciyi kabul etmişti. Dönemin Sosyal Demokrat başbakanı Stefan Löfven bununla övünmüştü. Arap kökenli İsveçliler şu anda toplam nüfusun yüzde 5’inden fazlasını oluşturuyorlar. 2014-2018 yılları arasında İsveç’e giriş yapan farklı uyruklardan mülteci ve göçmenlerin arasında Suriyeliler ilk sıradaydılar. Ancak asil bir ahlaki duruşu emek açığını doldurma ihtiyacıyla birleştiren bu politikaya karşılık SD farklı bir tavır benimsedi, dahası politikalarını ve fikirlerini bu tavra dayandırdı. Buna göre İsveç’te şiddet ve adi suçlardaki artışın nedeni göçmenler ve mültecilerdi; bu nedenle SD’ye göre onların şiddetine “sıfır tolerans” gösterilmeli, göçmen ve sığınmacı kabulü sıfıra yakın bir oranda sınırlandırılmalı.

İsveç de diğerleri gibi endişe verici bir yönde değişmeye aday.

Bugün kim aksini yapıyor ki?(Şarkul Avsat)

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu