Politika

Fuat Önen: Çözüm süreci değil, Bahçeli süreci

Siyaset gündemi MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 24 Ekim 2024’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki PKK lideri Abdullah Öcalan ile ilgili yaptığı çıkışı sonrası yeni bir hal almaya başladı.

Bahçeli’nin çıkışı sonrası kamuoyunda yeni bir ‘çözüm süreci’ sinyali oluşurken Hakkari Belediyesinin ardından, DEM Partinin yönetimindeki Mardin Büyükşehir Belediyesi, Batman Belediyesi ve Halfeti Belediyesine kayyum atandı.  

Ayrıca geçtiğimiz günlerde de CHP ve DEM Partinin kent uzlaşısı çerçevesinde anlaşmaya vardığı ve seçilen Esenyurt Belediyesi Başkanı Vanlı Prof. Dr. Ahmet Özer’in yerine kayyum atanmıştı.

Siyaset sahnesinde gelişen bu son olayları deneyimli Kürt siyasetçi Fuat Önen ile konuştuk. Önen, başta Bahçeli’nin meclisteki çıkışı, devlet aklının Kürtleri nasıl muhatap aldığı, kayyum atamaları ve DEM Parti ve CHP yakınlaşmasıyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

“ÇÖZÜM SÜRECİNDEN SÖZ EDEBİLMEK İÇİN TARAFLARIN BİRBİRLERİNİ TANIMALARI LAZIM”

Türkiye’de yeni bir ‘çözüm süreci’nin başlamasına neden ihtiyaç duyuldu? Mevcut uluslararası konjonktür ve özellikle de Ortadoğu’daki son gelişmeler, İsrail ve İran arasındaki gerilim bu hamleye zemin oluşturmuş olabilir mi? Bu yeni konjonktürde Bahçeli’nin çıkışı ve yeniden başlayabilecek bir ‘çözüm süreci’nin Kürt mahallesinde karşılığı var mıdır?

Birincisi, sanki eskiden bir çözüm süreci vardı, bu da yeni bir çözüm sürecidir gibi düşünmek doğru değildir. Ne 2009-2015 arasındaki görüşmeler ne de Bahçeli’nin konuştuğu ve Erdoğan’ın onayladığı konuşmalar bir çözüm sürecine işaret etmez.

Bir çözüm sürecinden söz edebilmek için tarafların karşılıklı olarak birbirlerini tanımaları lazım. Bir tarafta Türk devleti var; peki, öbür tarafta kim var? Kürt mahallesi, Türk devletinin varlığını ve Kürdistan’ın batısında oluşan Türk ulus varlığını tanıyor. Ancak bu devlet, ne Kürt ulus hakikatini ne de Kürdistan hakikatini kabul etmiyor. Tek taraflı tanıma, bir kölelik ilişkisidir. Efendiler, köle sahipleri kölelerini tanımazlar; ama köleler efendilerini, köle sahibini tanırlar.

Dolayısıyla gerek geçmişte yapılan görüşmeler gerek şimdi tartışılan -çözüm süreci değil de İmralı ya da Bahçeli süreci diyebileceğimiz süreçler- asla çözüm süreci olmazlar. Kürt siyasetini köleliğe davetten söz edebiliriz.

Dünyadaki çatışmalı ortam, Yakın Doğu’da giderek kızışacacağı varsayılan çatışmalı ortam, aslında yaklaşık 30 yıldır süren 3. Dünya Savaşı’nın bölgemizdeki cephelerinden birisidir. Bu tartışmalar, Erdoğan’ın Meclis’in açılış konuşmasında “İsrail’in Lübnan’dan sonra göz diktiği hedef Türkiye’dir” demesiyle başladı.

Normalde, bir devletin başkanı ve aynı zamanda başkomutanı ise, bir devletin kendilerini tehdit ettiğini söylediğinde, bu açıklama kitleler içinde ve o ülkenin siyasi grupları arasında bir tartışmaya, bir çalkantıya, bir tepkiye yol açar.

Oysa Erdoğan’ın bu açıklamaları böyle bir tepkiye yol açmadı. Çünkü aslında İsrail’in Türkiye’ye saldırması ya da Türkiye toprağına göz dikmesi gibi bir şey söz konusu değil. Peki söz konusu olan nedir? Kısaca söylemek gerekirse: Amerika Birleşik Devletleri, İsrail’in saldırıyı, savaşı daha da genişletmesine izin verirse, Lübnan’dan sonra Suriye’ye dönük bir tehdit oluşabilir. Türk devleti, eğer Suriye’de devlet çözülürse, Şam zayıflarsa, orada 60-70 bin silahlı Kürt gücü var. Rojava denilen Küçük Güney’de Kürtlerin statülerini geliştirmeleri, giderek devletleşmelerine yol açacağını varsayıyorlar. Dolayısıyla Erdoğan’ın “İsrail tehdidi” dediği, İsrail’in Türkiye’ye tehdidi değil, bölgede oluşacak yeni çatışmalarda Kürtlerin devletleşme ihtimalidir. Bu, Türkiye Devleti bakımından bir beka meselesidir, bunu yıllardır dile getiriyorlar. Bundan da anlıyoruz ki Türk devletinin beka meselesi, İsrail’in Türkiye’ye saldırısı değil; savaşın genişlemesi söz konusu olursa, orada Kürtlerin devletleşmesidir.

Bunun üzerine ne yapıldı? Bahçeli grup konuşmasında “Öcalan gelsin, partisini feshettiğini, silahlı gücünü dağıttığını söylesin, ona umut hakkını verelim” dedi. Burada da Bahçeli, herhangi bir sorunun çözülmesi, Kürtlerin sorunu olarak ifade edilen konuların müzakere edilmesinden söz etmiyor. Adeta Öcalan’a talimat veriyor, “Gel, partini dağıt, askeri gücünü de dağıt, biz de sana umut hakkı verelim” diyor. Şimdi, tekil talepler, yani daha sonra gerek DEM Parti gerek diğer adında Kürt ve Kürdistan olan partiler, bu çözüme muhatap olduklarını söylediler ve daha çok bireysel talepleri öne sürdüler. Örneğin zindanda uzunca bir süre kalan tutuklulara umut hakkı verilmesi gerektiğinden söz ettiler, arada Kürtçe konusunda da adım atılması gerektiğini söylendi. Ancak Kürt milletinin talepleri, millet hakları, millet olmaktan kaynaklanan hakları üzerinden bir talep dillendirilmedi. Benim bundan anladığım, Türk devletinin Kürt siyasetine bir ölçüde Kürdistan’a dönük yeni bir saldırı başlatmalarıdır. Bu başlangıçta bir siyasi saldırıdır, ama giderek eğer Kürt siyasetini teslim alamazlarsa, Kuzeybatı Kürdistan’da, Güney Kürdistan’da, Küçük Güney Kürdistan’da, Kürtler adına siyaset yaptıklarını söyleyenler ulusal talepleri yukarıda tutarlarsa, bu siyasi saldırı askeri saldırıya da dönüşebilir. Hem Kuzeybatı Kürdistan’da hem de Kürdistan’ın diğer parçalarında böyle bir saldırıya da dönüşebilir. Bu, böyle bugünden yarına kadar gerçekleşecek bir süreç değildir. Benim gördüğüm kadarıyla bunun arkasında bir devlet aklı vardır, özet olarak söyledikleri: “Kürtler ile Türklerin bu dönemde de, yani bu 3. Dünya Savaşı’nda da Kürt siyasetinin Türk devletini desteklemeleri gerektiğidir.” Esas olan budur. Yani nasıl ki 1. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında da, 1923’e kadar Kürt aydınları, Kürt siyasetçileri, Kürt aşiret reisleri, önce Osmanlı ve halifenin yanında yer aldılarsa. Yani örnek olarak söyleyeyim, mesela Cibranlı Halit Bey, Osmanlı ordusunda 1924’e kadar Cumhuriyet ordusunda da yer almıştır. Yusuf Ziya Bey 1. Meclis’te Osmanlıları ve Kemalistleri desteklemiştir. Mehmet Emin Zeki Bey yine Osmanlı saflarında savaşmıştır. Ancak Lozan Antlaşması’ndan sonra meselenin aslında hilafeti savunmak değil, yeni kurulan devletin parçalanan Kürdistan’ın en büyük parçasını işgali altında tutması meselesi olduğunu anlamışlardır.

Bu 3. Savaş’ta da Türk devlet aklı yine Kürt siyasetine işte bazı mavi boncuklar dağıtarak, onları iç cepheye davet ediyor. Çünkü Erdoğan’ın konuşmasının başlangıcında o vardı. “Devletimiz tehdit altındadır, iç cepheyi güçlendirmeliyiz.” Bunun Kürdistani siyasette hiçbir karşılığı yoktur. Çünkü Kürdistani siyaset, Türk devletinin iç cephesinde değildir. Tam tersine oluşturdukları ya da oluşturacakları iç cephenin karşısında bir cephedir, Kürdistani siyaset. Ancak Kürt siyasetine egemen olan Türkiyeci anlayışlar buna olumlu cevap verebilirler. Bunun Kürdistani siyasetle, Kürdistan halkının ulusal kurtuluş mücadelesiyle bir ilgisi yoktur.

“ABD SEÇİMLERİ ÖNEMLİ OLACAK”

Geçmişteki çözüm pratiklerine baktığımızda Türkiye’de devletin, çözümün diğer tarafı olarak Kürtleri bir millet olarak karşılarına almadığını görüyoruz, sizce çözüm arayışları yine aynı yaklaşımla yapılırsa nasıl sonuçları beraberinde getirir?

Bu sadece Türk devletine nefes aldırır. Dediğim gibi, ortada bir çözüm süreci yok. Türk millet hakikati ve Kürdistan hakikatini tanınmadığı müddetçe yapılan her türlü görüşmeler efendi-köle görüşmeleridir. Dolayısıyla bundan herhangi bir çözüm süreci çıkmaz. Bu seferki siyasi saldırı, Kuzeybatı Kürdistan’la sınırlı değildir. Özellikle Küçük Güney ya da Rojava dediğimiz bölge esas hedeftir. Çünkü esas korkuları, Küçük Güney’de de tıpkı Güney Kürdistan’da olduğu gibi yarı devletimsi bir yapının ortaya çıkması ve ileride Küçük Güney ile Güney Kürdistan’ın birleşmesidir.

Küçük Güney’e yani Rojava’ya önerdikleri iki seçenek var: Ya Esad ordusunun içinde yer almaları, yani Esad’a teslim olmaları ya da bu mümkün olmazsa Türk devletinin himayesini kabul etmeleridir. Bu kısa süreli bir mesele değil; zamana yayılacak olan bir süreçtir. Bu süreçte özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki seçimler önemli olacaktır. Çünkü anladığım kadarıyla Türk devlet aklı şöyle düşünüyor: “Ya Rusya, İran ve Suriye ile anlaşıp Küçük Güney’deki statüye son vererek onları Suriye nizamına eklemek, eğer Esad’la anlaşmak mümkün olmazsa, bu sefer de ABD seçimlerinde Trump gelirse ve ABD askerlerini çekerse, boşalan yere Türk devletinin talip olmasıdır. Bu durumda da Küçük Güney’e işte ‘biz sizi himaye edeceğiz seçeneği sunulacaktır.” Yani Türk devleti de bu konuda henüz kesin bir karar varmış değildir. Çünkü bu çıkışların esas nedeni Türkiye ve Kuzeybatı Kürdistan’ın dinamikleri üzerinden yapılmadı. Daha çok 3. Dünya Savaşı’nın Yakın Doğu ve Ortadoğu’daki cephelerinde savaşın yükselmesi tehlikesine karşı atılan bir adımdır. Dolayısıyla Türk devletinin tutumunda bölgedeki gelişmelerin seyrine bağlı olarak değişebilecektir.

“LEGAL KÜRT SİYASETİ KÖTÜ BİR SINAV VERDİ”

Geçtiğimiz günlerde CHP ve DEM Partinin kent uzlaşısıyla belirlediği Vanlı Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer’in yerine kayyum atanmış ve Özer tutuklanarak cezaevine gönderilmişti. Şimdi ise DEM Partili Mardin Büyükşehir Belediyesi, Batman Belediyesi ve Halfeti Belediyesine kayyum atandı. Sizce bu yeni kayım atamaları olası bir ‘çözüm süreci’ni nasıl etkiler?

Şimdi bu doğrudan doğruya etkilemez çünkü bu yeni saldırı içinde böyle lokal giderek genişleyen saldırıları da ihtiva edecektir. Dümdüz bir çizgi bekleyenler yanıldıklarını çok kısa sürede anlamışlardır ya da anlayacaklardır. Kuzeybatı Kürdistan’daki legal Kürt siyaseti çok kötü bir sınav verdi yani henüz ortada devlet tarafından çizilen bir çerçeve olmadan sırasıyla ”muhatap biziz, muhatap biziz, bizi de muhatap alın” diye sıraya girdiler. Oysa bu mesele öyle bir mesele değildir. Yani bizim düşündüğümüz gibi eğer bu Türk devletinin başlangıçta siyasi giderek de askeri emni bir saldırıya dönüşecek ise, bu tip atraksiyonlara şaşırmamak lazım. Yani işareti belliydi; Ankara patlamasından sonra, bir gecede Küçük Güney’de 32 hedefe yoğun bombardıman yapıldı. O günden bugüne kadar da bombardımanlar sürüyor. Güney Kürdistan’da da bombardımanlar sürüyor. Bu mesaj şudur: “Ya bizim dediğimiz gibi davranacaksınız ya da savaşacağız” demektir.

Şimdi buna karşılık verilmesi gereken cevap, Kürdistani siyaset açısından aslında şu olmalıydı: Türk devleti iç cephesini güçlendirmeye çalışıyor; biz bunun muhatabı değiliz. Yani bunun muhatabı olsa olsa CHP’dir. Bu saldırıya karşı Kürdistani siyasal aktörlerin kendi iç cephelerini güçlendirmeye başlamaları lazımdı. Türkiye’de oluşacak ve güçlenecek bir iç cephe bizim için tehdittir. Bu tehdide karşı Kürdistani siyasetin kendi iç cephesini güçlendirmesi lazımdı, lazımdır.

Örneğin, Güneybatı Kürdistan’da 200.000 silahlı gücümüz var; küçük Güney’de 60-70 bin kişilik bir silahlı güç var. Doğu Kürdistan ve Kuzey’deki Kürt güçleri de katarsak, toplamda 300.000 silahlı bir güç var Kürdistan’da. Doğru bir önderlikle bunu 500 bine hatta 1 milyona çıkarmak da zor değildir. Önemli olan, Kürdistani siyasi aktörlerin siyasete savaş açısından bakmalarıdır. Nasıl ki savaş, siyasetin zor araçlarıyla sürdürülmesiyse, bunu anlamalı ve bu saldırıyı böyle değerlendirmeleri gerekirdi. Bizim beklentimiz şudur: Güney Kürdistan’da bir an önce ulusal bir hükümet kurulmalıdır. Parlamento, Kürdistan’a dönük tehditleri tartışmalı ve bu tehditlere karşı iç cepheyi güçlendirme çağrısı yapmalıdır. Küçük Güney’de de PYD, YPG, Mazlum Kobani, diğer Kürt örgütlerine acil bir çağrıda bulunmalıdır. Orada da iç cepheyi güçlendirmeye çalışmalıdırlar. Küçük Güney ve Güney Kürdistan’da bu çerçevede bir iç cephe oluşturmaya çalışmalıdırlar. Bunu yapabildiğimiz ölçüde bu 3. Savaş’ta hem ülkemizi hem de insanlarımızı koruyabiliriz. Hem de savaşın doğurduğu fırsatları devletleşme yönünde kullanabiliriz.
Dolayısıyla ben olanlara şaşırmıyorum, ortada kayyumlarla bozulacak bir süreç de yoktur. Çünkü ortada başlamış bir süreç de yoktur aslında. Nasıl ki Ankara’daki patlama sonrasında Bahçeli de, Erdoğan da “Biz yolumuza devam edeceğiz” dedilerse, bu kayyumlar sonrasında da aynı şeyleri tekrarlayıp duracaklardır.

“İKTİDAR VE DEVLET AKLINI BİRBİRİNDEN AYIRMAMIZ LAZIM”

Son olarak şunu sormak istiyorum. CHP ve DEM Partinin birbirine yakınlaşması ve son olaylarda da yan yana görünmeleri, sizce AK Parti tarafında hangi yaklaşımları doğurur?

Burada Türkiye’nin siyasetini değerlendirirken iktidar ile devlet aklını birbirinden ayırmamız lazım. Her ne kadar Erdoğan son 10 yılda iktidarla devleti neredeyse aynı tarzda örgütlemeye çalışmış olsa da, aslında bu ikisini sürekli ayrı değerlendirmek lazım. Bu topyekûn bir saldırıydı. Bahçeli ısrarla “Edirne ve Kandil bu işin muhatabı değildir” derken, CHP lideri Özgür Özel ise “Selahattin Demirtaş olmadan bu olmaz” dedi. Yani aslında bu, topyekûn Kürt siyasetini kuşatma hareketiydi. Tabii Türkiye’nin içindeki siyasal çekişmeler de kendi seyri içinde devam ediyor. Bu AK Parti’nin bilerek “CHP ile DEM Partiyi aynı görüntüye koyalım, sonra diyelim ‘Bunlar teröristtir’ ve seçime kadar bunu götürelim” çabası mıdır, onu tam olarak bilmiyorum. Bu mümkün de olabilir; Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin parti politikaları, parti çıkarları da bu konuda rol oynayabilir. Ancak bizim esas dikkat etmemiz gereken şey devlet politikası ve devlet aklıdır.

Söyleşi: Qesîm Etmanekî

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu