Bir sorun olarak Kürtler ve Türkler, bir çözüm olarak felaketler
Karşınızda yine kimsenin samimi olmadığı, kimsenin gerçekleri telaffuz etmediği, herkesin her şeyi bildiği, gördüğü ama adlı adınca söylemediği, politik önceliklerin politik rezillikleri gölgelediği bir süreç var.
İnsan birbiri için sorun teşkil eden sayısız halktan oluşmuş zincirleme bir geçmişin kadim rotasını bambaşka bir yöne çevirmeye hiç heveslenmeyen bir zihnin mirasçısı.
Kimlikler bahanesiyle böle böle bir türlü paylaşamadığı bir dünyada, fi tarihinde dikilmiş bir mülkiyet putunun etrafında savaş dansları yapmayı marifet sanıyor ve “adilce paylaşmak” neydi artık hiç umursamıyor.
Üzerinde tepiştiği bu dünya çok büyük ama o bir türlü sığamıyor.
Sorunları yaratıp yaratıp, sonra tarif ederken gösterdiği bonkörlüğü, iş o sorunları çözmeye gelince aynı hevesle yapmıyor.
Ve kendisine şu soruyu hiç sormuyor.
“Benim mutlak savaşı alan aklım, mutlak barışı neden bir türlü almıyor?”
Herkes aslında biliyor;
Olayın tüm aktörleri senaryoları okudular, rollerini çalıştılar, yönetmenler rejiyi çoktan baştan sona yaptılar. Şaşıracağınız yerler belli. Meraklanacağınız noktalar net. Anlamayacağınız meseleler gibi anlayacağınız meselelerin de altı çizili. Nerede gülecek nerede ağlayacaksınız ne zaman heyecanlanıp ne zaman yılacaksınız neye öfkelenip neye inanacaksınız adım adım hesaplı. Reytinglere göre belki arada bazı oyuncular çıkacak, yerlerine başkaları girecek.
Ya da senaryo beklenmedik şekilde zaman zaman yön değiştirecek.
Ama o hayal ettiğiniz barış bu dünyaya bu şekilde, bu senaryoyla gelmeyecek.
Devletler kurup devletler yıkmakla öğünen, devletleri parmağında oynatıp, devletlerin elinde oyuncak olmak arasında gidip gelen, “Senin devletin benim devletimi döver” diyen, her türlü canlıyı devletten küçük gören, devleti her türlü canlının üzerine süren politik hezeyanların birbirleriyle yaptıkları anlaşmalar da nihayetinde aralarında çıkan anlaşmazlıklar kadar yıkıcı olur.
Kürt ya da Türk olmanız fark etmez.
Oy verdiğiniz partilerle asla oy vermeyeceğiniz partilerin, desteklediğiniz siyasetlerle lanetlediğiniz siyasetlerin ortak bir menfaatte buluşmalarına bahane yaptıkları tek şeyin her zaman savaş ya da barış olmasına kana kana vardığınız şu noktada, milli reflekslerle çalışan gereksiz kaslarınızı güçlendiren ve kalbinizi, aklınızı, mantığınızı zayıflatan bir oyuna daha kendinizi kaptırmak üzeresiniz.
Neyin sürdürülmeye neyin sündürülmeye çalışıldığını ayırt edemediğiniz bir sürecin girdabında varacağınız yerin “barış” olmasını umut etmek için barışın tanımını doğru yapmanız gerekir.
Birbirine güvenmeyen, ancak şartlar dahilinde bir takım durum değişikliklerine giden, bu yeni değişikliklerin sürekliliğinin de birtakım çıkarlara ve güç dengelerine bağlı olduğu sinyalini veren tarafların ağızlarından çıkan barış kelimesine nasıl güvenilir?
Gerçekten barış istendiğine güvenmek için “Biz bugüne kadar neler yaptık öyle. Hiç aklımız yokmuş” diyerek gözyaşları içinde samimiyetle kucaklaşan taraflar görmek gerekmez mi?
Her türlü iktidar sırtını kimlik siyasetine dayamışken…
Irklar, inançlar üzerinden birbirine düşman edilmiş yığınlar değer sandıkları değersizlikler için mütemadiyen birbirlerini boğazlarken…
Siz böyle bir dünyada yaşadığınız gerçeğini gözardı ederek başka neleri de gözardı ettiğinizi düşünmezken…
Önünüze sihir gibi birtakım çabalar çıkarılır ve siz bu çabalara ikna olmakta şifa ararsınız.
Oysa;
(Mine Söğüt/T24)