Başdanışman Uçum: Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışı da ihanet
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Hukuk Politikaları Kurulu Başkanvekili Mehmet Uçum, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin yaptığı ‘Öcalan açılımı’nın ardından başlayan ‘Yeni çözüm süreci mi başlıyor’ tartışmasını değerlendirdi.
T24’ten Cansu Çamlıbel’e konuşan Uçum, “Devlet, ‘terörsüz Türkiye’ hedefine yönelik mücadelesinde farklı inisiyatifler alıyor. Etkili olabilecek çeşitli seçenekleri değerlendiriyor. Yeni bir paradigma oluşturuyor” dedi.
Mehmet Uçum’la yapılan söyleşi şöyle:
“Devlet yeni bir paradigma oluşturuyor, çeşitli seçenekleri değerlendiriyor”
– Siyaseten çok hararetli bir iki ay geçirdik. Özetlersek önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Meclis açılışında DEM Parti sıralarına giderek yönetici kadroyla el sıkıştı. Sonrasında Devlet Bey’in o meşhur Öcalan’a çağrısı geldi. Öcalan’ın örgütü lağvetmesi durumunda kendisine ‘umut hakkı’ tanınabileceğinden ve Meclis’te DEM grubunda konuşabileceğinden bahsetti. Ardından 44 ay sonra Öcalan’ın devlet dışından biriyle görüşmesine izin verildi. Tam bunlar olurken Türkiye’nin savunma sanayisinin göz bebeği kurumlardan TUSAŞ’a bir terör eylemi düzenlendi. Bu arada CHP Genel Başkanı Özgür Özel de kendi partisi açısından ‘tarihi’ nitelikte olan bir Güneydoğu gezisinin tam ortasındaydı. Sonra CHP’li ve DEM’li belediyelere kayyım atamaları başladı. En son olarak da Bahçeli’nin yeni çağrısına uyan DEM’li yöneticiler İmralı’ya gidebilmek için başvuruda bulundu. Şimdi bütün bu parçaları tek bir resimde okursanız, ‘neler oluyor’ soruma üç cümlede nasıl yanıt verirsiniz?
Devlet, ‘terörsüz Türkiye’ hedefine yönelik mücadelesinde farklı inisiyatifler alıyor. Etkili olabilecek çeşitli seçenekleri değerlendiriyor. Yeni bir paradigma oluşturuyor.
– “Devlet farklı inisiyatifler alıyor” dediniz. Devlet Bahçeli’nin ön aldığı bir inisiyatifi gözle görebiliyoruz. Arka planda görmediğimiz başka ne gibi hamleler/inisiyatifler söz konusu?
Günümüzde terör meselesi sadece sahada terör eylemleriyle alakalı bir mesele değil. Terör üzerinden çok farklı stratejilerin hayata geçirildiğini, terör örgütleri üzerinden terör dilinin meşrulaştırılmasına yönelik yeni yaklaşımlar oluşturulduğunu görüyoruz. Terörle bağlantılı siyasi, kültürel ve ideolojik mecralar, terörün hak ve özgürlükle ilişkisini kuran mecralar görüyoruz. Bunu kullananlar da bana göre dünyada egemenlik savaşı veren güçler. Yani uluslararası şirketlerden tutun da savaş sermayesine, ideolojik egemenlik yaklaşımında olanlara kadar herkes terörün eylemsel yönünü kendi ajandası için kullanıyor. Türkiye’ye yönelik terör tehdidi sadece PKK terör örgütünün ya da diğer isimleriyle Irak ve Suriye’deki terör pratikleri yapan terör örgütlerinin ortaya koyduğu bir tehdit değil. Bu tehdidin asıl amacı Türkiye’ye yönelik dışarıda oluşturulmuş bir Kürt sorunu projesini hayata geçirmek. Terör burada aslında bir tür araç olarak kullanılıyor ama tek araç olarak kullanılmıyor. Terör tek araç olarak kullanılmayınca terörün baskısı altında siyasi aktörler de oluşturuluyor.
Dolayısıyla burada alınabilecek farklı inisiyatiflerden birisi de tabii Türkiye’deki demokratik siyaset içinde yer alan bazı aktörleri ve Türkiye’deki siyaset dilini bu terör baskısından kurtarmaya yönelik inisiyatiflerdir. Örneğin kayyumlara yönelik mesele de bu inisiyatiflerden biridir. Yani kayyum meselesini terörle mücadeleye yönelik alınan inisiyatiflerden birisi olarak kabul etmek gerekiyor. Aynı şekilde siyasette terörün etkisini tasfiyeye yönelik alınabilecek inisiyatiflerden söz ediyorum. Bunun içinde hukuksal tedbirler de olabilir.
“Partiler terörle arasına mesafe koymak zorunda, herkese karşı hukuksal tedbir alınabilir”
– Siyasi aktörlerin tutuklanmasından mı bahsediyorsunuz?
Terör örgütüyle ilişkili, terör suçları içinde yer alma iddiası varsa herkese karşı hukuksal tedbirler alınır. Ama sadece o değil. Sonuçta bu siyasi partiler demokratik siyasal sisteme uygun hareket etmek zorundalar değil mi? Terörle aralarına mesafe koymak zorundalar, terörü kınamak zorundalar. Türkiye’ye yönelik terör tehdidinin asıl hedefi nedir? ‘Kürtlere statü hakkı’ denen Türkiye’yi bölmeye dönük bir projedir.
“‘Statü’ tartışmasının açık söylenmeyen tarafı, ‘bağımsız Kürdistan’ talep etmektir”
– Siz siyasal Kürt aktörlerinin ‘statü hakkı’ diye tanımladığı bu kavramdan ne anlıyorsunuz?
Şunu anlıyorum; “Kürt etnik kimliği bir milli kimliktir, milli kimliğin de bir devleti olması gerekir” denerek önce yetki devri sonra da Kürdistan, yani Türkiye’yi bölme projesinin yürürlüğe konulması. Siz sadece terörle eylemsel mücadele ederek buna karşı tedbir alamazsınız. Aynı zamanda hakikaten bana göre nesnel karşılığı olmayan bir statü hakkı tartışması varsa bunu tarif ve teşhir etmek zorundasınız.
– Sizce bu bahsettiğiniz türden ‘statü’yü bir devlet kurma projesi olarak gören yaklaşım Türkiye Kürtleri arasındaki en yaygın yaklaşım mı?
Evet bunu gündeme getirenler var ama bence yaygın yaklaşım bu değil. Türkiye’nin Kürtlerinde ‘benim ayrı özel bir statüye sahip olmam gerekir’ yaygın bir kanaat değil.
“Kendini ‘Kürt siyasi hareketi’ olarak değerlendirenler, ‘statü’ ile ne kast ettiklerini açıklasın”
– Peki Türkiye Kürtlerinin kahir ekseriyeti ‘statü’den bağımsızlık devlet anlamı çıkartmıyor ise ne anlam çıkartıyor? Geçen hafta bu köşe için konuştuğum Ayla Akat Ata, 2013’te Diyarbakır’da yapılan bir Kürt konferansında farklı siyasi görüşleri savunan siyasi grupların ortaklaştığı dört maddeden ilkinin bu ‘statü’ meselesi olduğunu söyledi. Cumhur İttifakı’nın bir paydaşı olan HÜDA- PAR gibi federasyon talebi içinde olan siyasi hareketler de var Türkiye’de ama Ayla Hanım’ın mensubu olduğu siyasi ekol ‘demokratik özerklik’ der mesela. Sizin bir hukukçu olarak ‘statü’den idari olarak anladığınız nedir?
Çok açık söyleniyor bu. ‘Kürtlerin statüsünün tanınması’ denen şey, Kürtlerin Türk milletinden ayrı bir millet olduğunun kabul edilmesidir. Bu kastediliyor; Kürtler Türk milletinden ayrı bir millettir. Dolayısıyla millet olarak statüsünün tanınması gerekir. Bunun devamında dilinin de bu statüye uygun olarak tanımlanması gerekir. Diğer haklarının da bu statüye uygun olarak ele alınması gerekir. Tartışma bu. Asıl sorun ise şu, bu tartışmayı açık yapmıyorlar. Ben şimdi soruyorum kendini ‘Kürt siyasi hareketi’ olarak değerlendirenlere; statüden kastınız nedir?
– Bunu sorunca ‘öz yönetim’ diyorlar, ‘demokratik özerklik’ diyorlar, ‘yerel yönetimlerin güçlendirilmesi’ diyorlar.
‘Öz yönetim’ adı altında, ‘demokratik özerklik’ adı altında söyledikleri şey aslında yetki devri. Yetki devrinden kasıt da doğu ve güneydoğunun siyasi özerkliğidir. Yani ‘yerel yönetimlerin güçlendirilmesi’ perdesinin altında da o yatıyor. Peki bu yetki devrinin devamı ne olacak? Onun devamı bağımsız Kürdistan’a giden süreçtir. Bunu zaten 31 Mart seçimlerinden sonra PKK’da açıkladı, “Biz artık bağımsız Kürdistan hedefine yönelik faaliyet yürüteceğiz” dedi. Açık açık söylediler. Dolayısıyla statü hakkı demek, yetki devri ve bağımsız Kürdistan talep etmek demektir. Bunların kabul edilmesi mümkün değildir.
“Çözüm sürecinde bin yıllık ittifaka ihanet edildi, ihanet edenler arasında Öcalan da var”
“‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışı da ihanetin parçasıdır”
– Bu yeni süreç başladığından beri siz ona ‘paradigma değişikliği’ diyorsunuz. Sonuçta sorunun çözümü için yeni bir arayış, yeni bir süreç var adına ne derseniz deyin.
Adının ne olduğu çok önemli. Dil kurucudur aynı zamanda. Dil inşa eder.
– Çözüm süreci başarısız olduğu için iktidarın bu defa başarısızlıkla eşdeğer görülen ‘çözüm’ ifadesini kullanmama gibi bir kaygısı mı var?
Sonuçta geçmişte kullanılan kavramların oluşturduğu birikimler vardır. Negatifi boyutu da vardır geçmiş çözüm sürecinin, pozitif boyutu da vardır. Negatif boyutu şudur; orada bin yıllık ittifaka ihanet edilmiştir. Aslında çözüm süreci başarıya ulaşabilirdi. Fakat süreçte yer alan ve etkili olduğunu ileri süren aktörler, Türkiye’ye yönelik terörün bitirilmesi yaklaşımına ihanet ettiler.
– Abdullah Öcalan mı ihanet edenlerden biri?
Öcalan da dahil, diğerleri de. Hepsi Kobani olayından sonra o süreçte pozitif sonuçlanabilecek tutum almadılar. Kobani üzerinden 6- 8 Ekim olayları yaşandı. Bunlar dışında bir de “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışları gündeme geldi. O süreçte o ihanetin parçalarından birisi de budur; “Seni başkan yaptırmayacağız” siyasi çıkışıdır.
“Erdoğan’a karşı alınan o siyasi tutum, politikayı reddetmekti”
– ‘Çözüm süreci’ denildiğinde ben – sonuçları ne olursa olsun- bu memleketin baş sorunlarından birinin çözülmesi için atılan adımları anlıyorum. Ama siz Demirtaş’ın ‘Seni başkan yaptırmayacağız’ çıkışını da süreci çöküşe götüren unsurlardan biri olarak saydınız şimdi. Çözüm sürecinin kendisinden ziyade çözüm sürecini bir siyasi liderin kariyerine endekslemeye itiraz eden bir çıkış neden olamasın?
Bu son derece basit ve indirgemeci bir yaklaşım olur. Çünkü bu konunun Türkiye’nin bütünlüğü üzerinden bir sonuca ulaştırılması için her türlü sorumluluğu ve her türlü riski göze almış bir liderden söz ediyorsunuz. Dolayısıyla ona karşı bu tutum, onun bu konudaki yaklaşımını reddetmek anlamına gelir. Orada bir politikayı reddediyorsunuz. Yani orada bir kişinin başkan olmasının önüne geçmekten söz etmiyorsunuz, Türkiye’ye yönelik kapsayıcı bir politikayı reddetmiş oluyorsunuz. O yaklaşımın anlamı bu.
– Bir ülkedeki barış süreci bir kişinin başkanlığı ya da liderliğiyle doğru orantılımdır? Mesela bugün Devlet Bahçeli ön alıyor, yarın başka bir siyasetçi de elini taşın altına koyamaz mı?
Tabii ki bu dediğiniz doğru. Elbette yarın başka bir siyasetçi de sorumluluk alabilir.