Diyarbakır’dan bir Suzan Suzi geçti
‘Güneydoğu’nun Paris’i falan derler ya. Yalan’ diye başlayan yazısıyla Fatih Türkmenoğlu T24’teki makalesinde Diyarbakır’ın kültürüne yapılan ihanetten söz ederken aynı zamanda Diyarbakır’da sokaklarda korkusuzca yürüyebilmekten de bahsediyor. Yazının tamamını şöyle:
Hızlı, hem de çok hızlı bir Diyarbakır gezisinden notlar aktarıyorum size bu hafta. Hızlı bir yarım gün. Harala, gürele.
Gerçi aylar geçiyor hızla. Hatta ömürler; akıp gidiyor.
“Eylül toparlandı gitti işte,
Ekim falan da gider bu gidişle…“
Tamam, çok kısa bir geziydi. Ama ne hikâyeler, hayatlar, kareler kaldı bende. Yoğun, duygulu, sağlam.
Durun, anlatayım size de.
Birkaç nokta, birkaç kare
Güneydoğu’nun Paris’i falan derler ya. Yalan. Küllüyen.
Çirkin bir şehir Diyarbakır. Çok kötü büyümüş, çok ihmal edilmiş, hor kullanılmış. Pis, düzensiz, üçüncü dünya ülkesi görünümünde.
Böyle olmamalıydı. Halk şehrini sevmeli, temiz tutmalı, yeşili korumalıydı. Böyle kötünün dibi binalar, o canım sur içine gecekondudan beter çıkıntılar falan yapılmamalıydı. Yazık olmuş.
Ben yıllardır görmemiştim. Hele şimdi, son anda yirmi santim boy atan ergen gibi serpildiğini de görünce çok şaşırdım. Altını çiziyorum, daha güzel, planlı, estetik bir büyüme olmalıydı.
Şehirde birkaç kare, birkaç nokta görüp, uzamak lazım. Misal Diyarbakır Arkeoloji Müzesi’ni mutlaka görmek lazım. Zengin tarihi hissetmek lazım…
Diyarbakır’ın surları anlatsın
Ama şehir gezilerinde beni en çok mutlu eden şey, sokaklarda yürüyebilmektir. Yoksa ait hissetmem ben kendimi. Dilerim yakın gelecekte, caddeler ve sokaklar, yürüdükçe yürütür, gördükçe güldürür kıvama gelir.
Şimdilik nokta atışı gezi. İlk durak: Diyarbakır Surları. Unesco Dünya Mirası listesinde.
Yapımı binlerce yıl önce başlamış. Hurriler zamanında, neredeyse beş bin yıl önce. Roma İmparatorluğu zamanında da, yani 3. yüzyılda, bu gördüğümüz hale gelmiş.
Tabii şehir büyüyüp genişledikçe, surlar da genişlemiş. Böylece, tüm eski yerleşimlerde de olduğu gibi, şehrin halkının güvenliği sağlanmış. Ağır demir kapılar kilitlenince, tüm istilacılar, saldırgan yankesiciler, kötü niyetli düşman kuvvetler, hayallerini gerçekleştirememişler.
Albert Gabriel o sırada Diyarbakır’da olmayaymış…
Şimdi kim bu Albert Gabriel diyeceksiniz.
Anlatayım…
Sene 1930. Dönemin Diyarbakır Valisi, “Yıkın şu surları” diye talimat vermiş. Yıkım başlamış; yılların taş duvarları, tonlarca dirence karşın, insan üstü bir çabayla teker teker sökülüyormuş.
Şans işte, tam o dönemde, Albert Gabriel isimli bir arkeolog, Diyarbakır’da bölgenin “kültürel envanter”ini çıkartıyor. Artık bu envanter çıkartma meselesinin gerçek nedenini anladınız siz…
Neyse, bir bakıyor ki, canım surlar yıkılıyor! Üzerinde Osmanlıca, Süryanice, Eski Yunanca, Ermenice yazıtlar olan tarih, yok ediliyor.
Olacak şey değil.
Vicdan muhasebesi yapıyor, savaşmaya karar veriyor. Envanter çıkartma görevini bir kenara bırakıp, surları kurtarmaya yemin ediyor.
Bu yıkıma kim dur diyebilir?
Soruyor, soruşturuyor.
“Koca Vali, onu kararından sadece Atatürk vazgeçirebilir” diyorlar.
Albert, şehir postanesine gidiyor. Memurların şaşkın bakışlarına aldırmadan, Çankaya – Ankara adresine, Atatürk’e Fransızca bir telgraf çekiyor. Durumun dehşetini bir bir anlatıyor.
Birkaç gün sonra, Vali’ye Ankara’dan gelen acil bir telgrafla da yıkım durduruluyor!
Diyarbakır Surları, Mardin Kapı ve Dağ Kapı taraflarındaki aşağı yukarı 250’şer metrelik kaybı saymazsak, kurtuluyor. Kocaman bir tarih, binlerce yılın harman olan geçmişi, onbinlerce insanın taşlara sinen hayatı… Korkular, endişeler, aşklar, bir cıgara içimlik yorgunluk atmalar, hayaller, sevinçler; insana dair ne varsa işte, hepsi birden bu güne kadar ulaşıyor.
Ben taşlara dokundum, sarıldım. Bir parça da ben karışayım istedim. Benden önceki binlerce insanın kırıntılarını gördüm, okudum, kokladım. O an büyülü bir andı. Bir küçücük zerreyi, kalbime yerleştirdim…
10 Gözlü Köprü
Yapımı 1045 yılında tamamlanmış. Allah’ım, nasıl güzel bir mimari, nasıl özenli bir işçilik. Köprü hâlâ dimdik ayakta.
Dicle Nehri’nin üzerindeki 10 Gözlü Köprü, fotoğraf tutkunları için en doğru nokta. Tabii Dicle Nehri artık eskisi gibi güldür güldür akmıyor. Barajlar var, sulama kanalları var.
Ama daha cılız olsa da, Dicle, yine Dicle.
Biliyor musunuz, Dicle kıvrıla kıvrıla, daha bir edalı akmış hep. Fırat ise hırçın. Bu yüzden yöre halkı kızları olunca Dicle adını vermişler, oğullarına da Fırat demişler.
Düşündüm bunu duyunca. Tabii erkek daha girgin, daha hareketli olacak. Doğası bu. Ama Fıratlar, Dicleler’i anlayacak, nazlarını sevecek, lüzumsuz bir atiklik yapmayacak…
İki kız çocuk babasıyım ya, araya ürün yerleştirme almışım gibi kabul ediverin artık!
Kör olası Suzan Suzi
Ah bu türkü…
Hikâye, Kırklar Dağı’nda yaşayan, sevilen, sayılan bir Süryani çiftle başlıyor. Durumları iyi, keyifleri yerinde. Tek istekleri bir bebek. Onu da Allah vermiyor bir türlü.
Adaklar, iksirler, dualar, muskalar…
Bir gün, bir bakıyorlar ki bebek yolda!
Yine adaklar, dualar, eğlenceler, yardımlar yapılıyor. Güzeller güzeli bir kız bebek dünyaya geliyor. Adını da Suzan Suzi koyuyorlar.
Suzan Suzi, dünyalar güzeli bir kız oluyor. Evlenme çağına gelince, ailesi huyu huyuna, dini dinine uygun bir aday arıyor. Ne var ki Suzi gönlünü bir anda yağız bir Müslüman delikanlıya kaptırıveriyor.
Yanıp tutuşacak kadar aşık oluyorlar. İkisi de. El ele verip, Kırklar Dağı’na kaçıyorlar. Geceler boyu sevişiyorlar. Tutkuyla sarılıp birbirlerini bırakmamaya yemin ediyorlar.
Şehirde dedikodu ayyuka çıkıyor. Suzi utancından kimsenin yüzüne bakamaz oluyor. Bir tarafta sevgilisi, aşkı, canparesi; öbür tarafta ailesi, örfler, gelenekler, tabular.
10 Gözlü Köprü’ye gidiyor ve kendini Dicle’nin sularına bırakıveriyor.
Haberi alan delikanlı da aynısını yapıyor.
Geriye o güzel türkü kalıyor…
Kör olası Suzan Suzi
Sular apardı bizi…
Köprü altı kapkara,
Suzan gel beni ara.